Cumartesi, Şubat 27, 2010

Yorumsuz

- Bankanın web sayfasına git
- İnternet şubesini çalıştır
- Müşteri numarasını gir (biiiir)
- Parolayı yaz (ikiiii)
- Kişisel güvenlik mesajının altındaki kişisel doğrulama sorusunu cevapla (üüüüç)
- Cep telefonu şifresini gir (dööört)
- CepAnahtar uygulamasını çalıştır
- Şifre üreti seç
- Anahtar kodunu gir (beeeeş)
- Tek kullanımlık şifreyi zamanı geçirmeden bankanın giriş ekranına gir (altıııı)
- Ayda bir güncellediğin şifreni gir (yediiii)

Kedi ciğere ulaşana kadar çatladı.

Perşembe, Şubat 25, 2010

Kuşlar

Cemal'in kuşları ...
... benim kuşlarım.

Perşembe, Şubat 18, 2010

Olur Olmaz

Vatana döndüğümden beri birçok kişi iş ortamlarında nasıl farklar olduğunu sorar durur. Genelde planlama ve olaya profesyonel yaklaşımdaki farklardan bahsederim. Şu son bir haftayı bir diğer çarpıcı farkı yaşayarak geçirdim. Yurtdışında bir iş yaptıracağınız zaman gider ilgili insana işinizi tarif edersiniz, o da size bu işin olurunu anlatır, çözüm bulmaya çalışır. Canım memleketimde ise, işin muhatabı size genelde o işin nasıl olmayacağını anlatarak başlar. Yurtdışında ortaklarınız sizin işinizi çözmek ve kolaylaştırmak için uğraşırken burada işin olurunu bulmak için sizin devamlı bir mücadele vermeniz gerekir.

Bir grup insan da baştan olmazını anlatır ki iş olmadığında size ben baştan dedim diyebilsinler. Bunlar sürecin tamamen dışından izleyici konumunda olan kişiler de olabilir. İnat edip siz bir şekilde bir çözüm ürettiğinizde de valla olmuş, elinize sağlık demek yerine çözümdeki aksaklıkları bulmaya çalışır, ama bu böyle böyle olmamış ki derler. İşin yapılmış olması o kadar kıymetsiz olmalı ki mutluluğu paylaşmak yerine zorlama bir aşağılama sürecine girerler. Laf edince de işi şakaya vurmaya çalışabilirler.

Evet, yazdıklarımdan anlaşılabileceği üzere ufak bir cinnet geçirdim bugün. Zamana karşı yetiştirdiğimiz bir işi, birçok kişiyle envai çeşit mücadele vererek işyeri ortalamasından çok daha kısa bir sürede ve vakitlice halletmiş olmanın mutluluğunu yaşamaya başlayacağım dakikalarda bana çok da yakın olan bir kişinin abuk sabuk bir iki lafıyla bir kaç sigorta attı kafamda. Kötü niyet yoktu belki, sonra gelip gönlümü almaya çalıştı ama heves kırıldı bir kere.

İşi yapmaktan daha çok çabayı bu tip motivasyon kırıcı yaklaşıma direnmekle harcıyor olmak yıpratıyor beni. Yine de pes etmeye niyetim yok. Biz elimizden geleni yaparız, birşeyler olur olmaz, yetişir yetişmez ne ala; ama yeterince çaba harcadığımıza emin olmadan bir işin peşini bırakmak yok. Budur.

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Seçmeli mi Seçmemeli mi

William Claude Dukenfield, nam-ı diğer W C Fields’in “I never vote for anyone; I always vote against.” lafına denk geldim bugün. Yani adamın aslında seçmek istediği kimse yok, karşı olduklarını eleyince kalan neyse o. Ehven-i şer durumu.

Fields amca kişilere oy vermek üzerinden gitmiş ama hayattaki diğer seçimlerimizdeki durum ne acaba. Mesela meslek ve iş seçiminde kaçımız “evet ben bunu yapmak istiyorum” diyerek bir işe başlıyor kaçımız elemelerden sonra elimizde kalanla hayatına devam ediyor.


Alternatiflerin hepsinin artıları ve eksileri olacağı kesin. Seçim yaparken bunları yanyana koyup karşılaştırıp karar vermek en sık kullanılan yaklaşımlardan biri herhalde. Yine de benim için nedense bu karşılaştırma listeleri bir noktada şişiyor. Bu durum, duyguları kurmaya çalıştığım analitik modele oturtmayı beceremememden kaynaklanıyor. Hah, sanırım yazdıkça tersten de olsa asıl soruna doğru ulaşacağım. Belki de sorun seçimlerimi analitik bir modele oturtmaya çalışmamdan kaynaklanıyor. Bütün parametreleri ve koşulları doğru olarak modele dahil edemiyorsam modelin verdiği sonuç sistemin kendisi ile yani kendimle çelişiyor. Nafile bir çaba
.

Lafı uzatmadan, eski bir dostun kararsız kalınan ikili seçimlerle ilgili izlediği bir yolu anlatayım kaçayım. Karar veremiyorsan yazı tura atacaksın, sonuca itiraz etmiyorsan ne ala, mızıkçılık edesin varsa zaten ötekini istediğini anlayıp karar değiştirirsin olur biter.

Pazar, Şubat 07, 2010

Solitary

Önce sözlük anlamı ile başlayalım, seslisözlük'teki karşılıkları özetleyecek olursak: yalnız, yalnız yaşayan, ıssız, tek, münferit, tek başına vs gibi anlamları mevcut bu kelimenin. Asıl konu ise FX'te yeni başlayan bir yarışma olan "Solitary". İlk bölümünü izledikten sonra yarışma ve yarışmacı yerine deney ve denek kelimeleri bana daha uygun geliyor.

Dokuz yarışmacı dokuz ayrı küçük odaya konmuş. Sanırım odalar sekizgen ve oldukça sade. Arkalarına kameraların yerleştirildiği büyük aynalar haricinde ilk bakışta göze çarpanlar biri kırmızı biri yeşil iki büyükçe düğme, küçük bir kapı ve aynaların birinin üzerindeki bir ekran. Kendisini Val diye tanıtan bir dijital ses yarışmacıların doğrudan iletişim kurdukları tek kişi ve bu ekran aracılığı ile görsel bilgiler de iletiyor. Yarışmacılar birbirlerini hiç görmüyor ve duymuyor. Her odada duvara kocaman oda numarası yazılmış ve kişilere hitap edilirken bu numaralar kullanılıyor, artık başka isimleri yok. Yanlarında üç eşya getirmelerine izin verilmiş ama onlar da henüz kendilerine verilmemiş. İlerleyen aşamalarda belli koşullarda verilip verilmemesi yine Val'in kontrolünde.

Amaç bu odada en uzun süre dayanmak. İşi zorlaştıran diğer bir faktör yarışmacıların aşmaları gereken çeşitli fiziksel ve ruhsal zorluklarla mücadele etmek zorunda olmaları. Kendilerini neyin beklediğini ve diğer yarışmacıların ne aşamada olduklarını bilmiyorlar.

İzlediğim tek bölümden anladığım, her bölümde iki aşama olacağı yönünde. Birinci aşama daha ruhsal ve karakter testi tadında. İlk bölümde bütün yarışmacılara diğer yarışmacıların meslekleri ve yanında getirdikleri üç eşyanın ne olduğu açıklanıyor. Sonrasında hepsine, diğer yarışmacıların ellerindeki eşyaların o kişiden alınmasını isteme hakkı veriliyor. Dört yarışmacı diğerlerinden hiç birşeyin alınmasını istemediklerini söylüyor. Başka dört yarışmacı eşya bazında seçme yaparken bir yarışmacı diğer yarışmacılardaki herşeyin alınmasını istiyor. Aslında kimsenin eşyasını alınmıyor ama amaç yaklaşımlarını görmek. Herkesten herşeyin alınmasını isteyen tek kişinin kendi üç eşyasından birinin İncil olması çok ilginç.

İkinci aşama daha fiziksel bir işkence. Öncelikle bu aşamada Solitary odasına girdikleri andan itibaren 48 saat geçmiş olduğunu ve bu süre içinde deneklere (evet, artık denek diyeceğim) sadece 2 saat uyumaları için izin verilmiş olduğunu söyleyeyim. Bu süre zarfında sıcaklık gittikçe düşürülüyor. Duvarda öne çekilerek bir raf açılıyor ve üzerinde şifre girmek için kullanılacak bir tuştakımı görüyorlar. Val kendilerine 2 basamaklı bir şifre söylüyor. Daha sonra başka bir duvardan otomatik olarak sürgülü bir yatak çıkıyor. Val deneklere uyuyabileceklerini, ancak ışıklı ve sesli alarm başladığında kalkmaları ve tuştakımına kendilerine verilen şifreyi girerek alarmı kapatmaları gerektiğini söylüyor. Belli bir süre içerisinde şifre girilmezse alarmlar bir daha kapanmıyor. Herkes biraz da olsa dinlenebileceğini umarak yatağa giriyor ve kısa bir süre sonra alarmlar başlıyor. Bir kişi hariç herkes kalkıp şifreyi giriyor. O tek kişi şifreyi girmemeyi ve devamlı çalan alarmlarla devam etmeyi denemeyi tercih ediyor. Daha sonra belirli aralıklarla bu süreç karmaşıklaşan şifre ile devam ediyor. Arada yatak geri duvara giriyor ve denekler yerde uyumaya çalışıyorlar. Dayanamayan kişi elenme ihtimalini göze alarak kırmızı büyük düğmeye basarak bu işkenceye son verebiliyor. Sadece kırmızı düğmeye ilk basan yarışmacı eleniyor, diğerleri kırmızı düğmeye basmış olsalar bile yarışmaya devam edebiliyorlar. Bu arada herhangi bir yarışmacı kırmızı düğmeye basmış olsa bile işkence bir süre daha devam ediyor. Üç dört saat kadar sonra iki yarışmacı dayanamıyor ve ilk basan küçük kapıdan odayı terk ediyor.

Dediğim gibi yarışmanın daha ilk bölümü yayınlandı. Yarışma izlediğim diğer yabancı kaynaklı birçok yarışmadan farklı. Sonuçta para ödülü olmasına rağmen yarışmacıların çoğu kendi sınırlarını görmek ve kendilerine birşeyleri ispatlamak için bu yarışmaya girdiklerini söylüyor. Hayatın kendisinde bizi zorlayan ve aşmamız gereken o kadar zorluk varken onlar yerine bu tip yollarla sınırları anlamaya çalışmak bana biraz kaçış gibi geliyor. Ha, dobra dobra para kazanmak için girdim de ciğerimi ye. Merak ettim, yapabilir miyim deniyeyim ya da eğleneyim istedim, o da tamam.

Aslında bu tip bir yarışma düşük maaliyetli olması sebebiyle televizyonculuk açısından altın yumurtlayan bir tavuk ama sınırların nerede çizileceği konusu muallak. Ed TV filmini izlediyseniz genelde katılımcılar farkında olmadan çok geniş kapsamlı ve yapımcının kendini inanılmaz maddelerle koruduğu sözleşmelere imza atıyorlar. Sonrasında envai çeşit yaptırımla karşılaşıyorlar.

Konuyu nereye bağlayacağımı soracak olursanız, yok öyle bağlanacak bir nokta. Sadece son zamanlarda bu kadar çok yarışmanın ortaya çıkması ve katılımcılar tarafından bu kadar talep görmesi ilgimi çekiyor. Sanırım maddi sıkıntılardan dolayı insanlar bunu alternatif para kapısı olarak görüyor. Bakalım bu çılgınlıkların sonu nereye varacak.

Perşembe, Şubat 04, 2010

Reklamlar

Uzun süredir ekrandaki sigorta reklamlarına gıcık oluyorum. Özellikle içinde şahlanan atların olduğu ya da bölünmüş beyin odacıklarından insanların fırladıklarına. Biraz önce yeni bir sigorta reklamı izledim, daha önce görmemiştim ve ne reklamı olduğunu bilmiyordum. Ev anahtarları bir kadının elinden kayıp gidiyor, düşünce yerde cam gibi tuzla buz oluyor. Daha sonra başka başka insanların elinden bir röntgen filminin, bir araba plakasının, bir işyerinde (sanırım) üretilmiş bir gömleğin başına aynı şeyin gelişini görüyoruz. Ev, sağlık, araba, işyeri... Son sahnede küçük bir kızın elinden hayat bilgisi kitabı düşüyor, birşey olmuyor. Slogan cümleye gelmeden sigorta reklamı olduğu ince, zarif bir şekilde ifade edilmişti. Aksigorta reklamıymış.

Elden kayıp giden şeyleri düşündükçe acaba başka neler sigortalanabilir bu hayatta düşündüm. Hani sporcular vücutlarını sigortalatıyorlar ya. Mesela aklımızı ya da umutlarımızı... Tabii ki mevcut sigorta sistemleri maddi değerler üzerinden yürüyor ama sigortalanacak şeye göre bunu değiştirebiliriz (kuralları ben koyuyorum, uçuşa geçiyorum). Bundan on sene önce hayallerimin ya da enerjimin yüzde bilmem kaçını kullanarak ilgili sigortaları ya da başka bir yatırımı yapmış olsaydım bugünlerdeki kıtlık döneminde kullanırdım, fena mı olurdu?

Salı, Şubat 02, 2010

Hava ve Ben

Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor, gökyüzü içini döküyor sanki. Arada rüzgar hızlanıyor, uğultular yükseliyor, fırtına kopuyor. Sonra bir anda sakinleşiyor, damlalar seyreliyor, bir sonraki fırtınayı bekliyor. Bütün yükünü dökene kadar, içini boşaltıp huzur bulana kadar bu devam edecek. Kim bilir belki sabah hava açık, ortalık yıkanmış olur. Geceden sadece damlalar ve suya doymuş toprak kokusu kalır.