Cumartesi, Aralık 12, 2009

Sayılar

Geçtiğimiz pazartesi yaşgünümdü. Annemle yaşgünlerimizin arası bir gün. Bu sene annemin yaşı benim yaşımın tam iki katı. Annemin doğumyılının son iki basamağının yerini değiştiriseniz benim doğum yılım oluyor. Bu bilgilerle yaşlarımız hesaplanabiliyor, seviyorum sayılarla oynamayı. İnsanın pin kodu diye birşey varmış, doğumgünü yılı bilgisinden çıkan, bir ara öğreneyim şunu. Unutunca yenisini yolluyorlar mı acaba.

21 Kasım babamı kaybedişimizin onbeşinci yılı idi. Zaman ne kadar da hızlı akıp geçiyor. 21 gün daha yaşasaydı, onikinci ayın onikisinde (yani bugünden tam onbeş yıl önce), tam elli dokuz yaşında olacaktı.

Perşembe akşamı iş çıkışı koşa koşa kuzenin doğan çocuğunu görmeye hastaneye gittim. 8 saatlikken kucağıma alma fırsatım oldu küçük beyi. 3 gün önce doğmuş olsaydı, doğumgünlerimiz aynı olacaktı. Olsun, sağlıklı olsun da nasıl olursa olsun. Ailedeki yeni nesil bebeklerin doğumlarında burada olamamıştım, o yüzden en küçük gördüğüm aile bireyi oldu kendisi. Doğum yapan kuzenle aramız tam 9 ay 8 gün, o daha küçük. Teyzemlerin benim doğduğum günlerde ne halt ettiğini biliyoruz yani. Bu teyze benim altımı ilk değiştiren teyze, hep anlatır. Ben de onun torununun ilk bezini değiştirdim, artık ben de bunu anlatırım. Şimdi kimsenin hakkını yemiyeyim, önce bebenin babası bebenin annesinin direktifleri ile değiştirmeye başladı ama aramızda kalsın kendisi biraz şaşkın, o yüzden arada ben devraldım. Bu arada hayatımda daha önce hiç bebek bezi değiştirmemiş biri olarak gayet başarılı idim.

Aslında hayatımdaki sayılarla ilgili yazacak birşeyler daha vardı aklımda ama telefon geldi çıkıyorum. Bu arada telefon numaramın koddan sonraki kısmının telefonun sadece ortadaki tuşları kullanılarak çevirilebildiğini ve ortadaki basamağa göre simetrik olduğunu söylemiş miydim?

Perşembe, Ekim 22, 2009

Durum

"Felaketim olur, ağlarım..."
A.İ.

Çarşamba, Eylül 16, 2009

Daldan Dala

Bugünlerde hislerim karman çorman. Devamlı içime attıklarımın yanı sıra pms'in katkısı da büyük. Alınganlığımı kontrol edemediğim bu dönemlerde herşeyi batırmakta üzerime yoktur. Bu sefer toparlanmam bir tokatla oldu. Tokat acı bir haberle patladı. Kuzen doğumda bebeğini kaybetmiş. Bu son bir sene içinde ailede kaybettiğimiz ikinci bebek. Ben bu kadar dağılırken onların yürek nasıl dayanacak bilemiyorum.

İlk kaybı yaşayan öteki kuzen şimdi yine hamile, altıbuçuk ayı doldu. Bütün ailenin aklı onda, kalbi onunla. Dün telefonda konuştuk havadan sudan. İyi toparladı kendini, umarım herşey yolunda gidecek bu sefer.

Bütün bunlar üzerine yine kızdım kendime. Sevdiğim insanların kıymetini kendilerine göstermeyişime. Sonra uzun zamandır konuşmadığım aile bireylerini aradım. Teyzelerimi, halamı, diğer kuzenleri. İster istemez ölümü düşündüm yine. Başıma birşey gelirse evim temiz, çamaşır yok diye sevindim. Aptal konumuna düşmek pahasına, söylemeye çekindiğim duyguları söylesem mi diye düşündüm. O noktada durdum.

Pazar, Ağustos 30, 2009

Koku

İnsanın sevmediği bir kokunun sevdiği birini hatırlatması ne ironik bir durum değil mi? Tersi de olabilir. Sevdiğiniz bir koku sevmediğiniz birini hatırlatıyor olabilir. Bu durumda zamanla o koku sevilmez olur belki. Neyse, konu bu değil. Yalnız bugün konuyu dağıtasım var nedendir bilmem. Uyarmadı deme sonra.

Sevilmeyen koku, sevilen insan dedik ama açık bırakılınca insanın aklına herşey gelebilir bu cümleden. Burada bahsi geçen muşamba kokusu efendim. Hiç sevmem. Bir kere kelime baştan komik. Muşamba, muşamba, muşamba... Hemen etimolojik sözlüğü açalım, bakalım. Arapça kökenli bir kelime olup mumlanmış anlamına gelmekte, hatta şamdan kelimesi ile ortak kökü paylaşmakta imiş.

Muşamba kokusu diyorum. Evde çok fazla yoğurt oluvermiş. Dalıp kapıcıya sık sık sipariş verince sonuç bu. Dün akşam serviste yine sordu, yoğurt ister misin diye. Adam da haklı. Üst üste birkaç gün birer kilo yoğurt istediğimi düşünürsek adam yoğurtla yıkandığımı filan sandı herhalde. O kadar yoğurdu tüketmenin benim açımdan en iyi yolu ayran. Yapıverdim bir sürahi. Ayran soğuk olmalı ya, koyacağım buzdolabına ama sürahinin kapağı yok. Ilık ayran sevmem, açık ağızla buzdolabına birşeyler koymayı da sevmem. Kokular karışır, hiç hazzetmem, hiç.

Muşamba kokusu diyorum. Ne kapasam diye çekmeceleri karıştırırken şu bone kılıklı plastik zımbırtılardan buldum, kapların ağzına geçirmek için kullanılan. O plastik kokusu ve muşamba kokusu işte sevmediğim. Kokusu ilk alındığında da öyle midir bilmem ama zamanla kapadığı kapların muhteviyatını kendi içine hapseder, yıkansa da hiç temizlenmez, ekşi ekşi kokar sanki.

Muşamba kokusu diyorum. Anneannemin bir sürü emaye kabı vardı. Yemek hazırlarken kullandıkları, yemek piştikten sonra kullandıkları. Ne hikmetse bunların kendi kapakları yoktu. Bir sürü mutfak bonesi olurdu evinde. Mutfağın yanındaki kilerde soldaki plastik kabın içinde dururdu boneler. O kiler ki kuzenlerle en büyük maceralarımızın odak noktası, merkez üssü olmuştu yıllarca. Çok zorlarsak dört çocuğun alt alta üste sığabildiği, üç duvarı boydan boya raflarla kaplı küçük ama büyük kiler... Bakliyatları duş yapıyoruz diye boca ettiğimiz, çoğu zaman Hatice hanımın elinde terlikle bizi kovaladığı kiler.

Muşamba kokusu diyorum, hiç sevmem. Nur içinde yat Hatice hanım.

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

Oyunlar

Bizim aile her türlü oyunu sever efendim. Okul öncesi yıllarımın çoğunu geçirdiğim babaanne evinde tık, basra, pişti gibi kart oyunlarını oynayarak büyüdüm. Sayıları iskambil kartlarından öğrenmiş biri olarak ısrarla kart üzerindeki şekilleri sayıp köşedeki rakamla eşleştirmenin ev veya çubuk çizip eşleştirmekten farklı olmadığını savunurum. Küçük yaşlarda başlayan merakım, 8-9 yaşlarından itibaren ailecek okey, king, bezik, tavla ve kutu oyunları oynayarak pekişti. Oyunların nesiller arasında köprüler kurmak için farklı bir yeri olduğuna inanırım. Yurtdışında yaşadığım yıllarda kültürler arasında da benzer bir etkisi olabileceğini gördüm.

Artık devir değişti. Üç dört kişiyi bir araya toplayıp oyun oynamak her zaman mümkün olmuyor, bilgisayarlar devreye giriyor. Geçtiğimiz günlerde ayfonuma okey tahta ve taşları ile ailecek oynadığımız bir oyunu yüklemiştim. Kartlarla oynanan ellibiri andıran, bizim kastet dediğimiz bir oyun. Meğer uluslararası jargonda romi diye de anılırmış. Elimin altında olunca arada sıkıldıkça oynayıp eski günleri yad etmeye başladım.

Dün gece annem ablamlarda kalmıştı. Bu öğlen hem onu alıp evine bırakmak hem de ablamla yeğenimi görmek için ben de uğradım. Bıcırık "Portia Teyzeeee, hadi telefonundan bana oyun öğret" diye yamacıma sokuldu, ben de romi'yi anlattım ona. Minicik parmakları ile dokunmatik ekranda taşları pıtır pıtır kaydırmayı hemen öğrendi, pek de hoşuna gitti. Sonra annemle annemin evine geldik. Bu sefer annem benim bilgisayarıma oyun yüklesene diye şımardı. Anneannesine bak torununu al. Zaten kasteti çok sever, aynı oyunun pc versiyonunu da ona yükledim. Kuralları tekrar ettim, arayüzü öğrettim. Keyifle oynamaya başladı.

Böylelikle hayatımda ilk defa aynı gün içerisinde hem 72 yaşındaki anneme hem de 7 yaşındaki yeğenime aynı oyunu öğretmiş oldum, hem de dijital ortamlarda. Hem komik geldi hem de ne hallere geldi dünya diye bir kere daha şaştım. Şimdi sırada gidip bir yerlerden okey seti alıp üç nesil bir arada karşılıklı oynamak var, benim çocukluğumdaki gibi. Yenilikleri eklerken hayata eski alışkanlıkları da muhafaza etmek lazım sanki...

Sağlıcakla kalınız.

Cuma, Temmuz 31, 2009

İzler

Hani genelde bir yorgunluk halinden şikayetçiyimdir ya kendimde, nedenlerini bulmaya çalışıyorum mümkünse ortadan kaldırabileyim diye. Bunlardan biri hayatıma giren çıkan insanların yoğunluğu gibi geldi geçenlerde düşünürken. Kimi insanlar kısa sürede önemli yer ediyor bende ve gittikleri zaman benden birşeyler, hatta genelde benim hayata biraz daha tutunabilmemi sağlayan şeyleri de götürüyorlar sanki. Biliyorum, böyle düşünmek yerine birlikte geçirilen güzellikleri hatırlayıp mutlu olmak lazım ama elimde değil. Onun yerine her ayrılış hüzün ve yorgunluk hali yaratıyor bende.

Bu yazı da durduk yere çıkmadı haliyle. Bugünlerde yine çok sevdiğim bir insanı uğurluyorum uzaklara. Yıllarca sık sık mekan ve çevre yenilemiş biri olarak dostların mesafeyle değerlerini yitirmediklerini, yine de uzanıp omzuna sarılabilmenin hiçbir şeye değişilmeyeceğini biliyorum. Hele de bu insan sana "seni görünce günüm güzel geçiyor" diyen, sende de aynı duyguları yaratan biriyse.

İşte bu gidişler çok yoruyor beni. Ne yazık ki bir çaresi yok. Yine teknolojiye sarılıp kopmamaya çalışmaktan başka elden birşey gelmiyor. Sağlıcakla...

Perşembe, Temmuz 16, 2009

Ketçap

Hayatımın uzun bir bölümünü doğduğum şehir olan Ankara'da geçirdim. 1998 senesine, yani 25 yaşına kadar ailemle aynı evde yaşadım, ki bu dönemin son yıllarında peder beyi kaybedip ablayı da tahsil için garp ülkelerine yolladığımız için annemle başbaşaydık. Sonra kiracının çıkmasını, ablamın bir süre sonra vatana dönüp evlenecek olmasını ve eve yerleşme olasılığını bahane edip ikinci evi bir daha kiraya vermeyelim diyerek tek başıma o eve çıktım. Yine de haftada iki üç gün annemde kalıyordum. Arada hemşire vatana döndü, evlenip başka yere yerleşti, ben de eve iyice kök saldım. 2001 senesinin başında bu sefer benim yurt dışında çıkacağım belli olunca ve tez yazma dönemi streslerini anne şefkati ile geçirmeye karar verince tekrar ana evine döndüm, benim ev (artık iyice benimsedim ya) kiraya verildi. Tez süreci uzayınca anne ile kalış süresi de planlananın üzerine çıktı. 2001'in Aralık ayında planlar gerçek oldu ve gurbet ellerde kendi ev maceralarım başladı. 2007 yazında vatana kesin dönüş yapınca "benim" evin içinde tadilat yaptırırken yaklaşık 7 ay yine annemle yaşadım.

Şimdi diyeceksiniz, ne anlatıyor bu böyle ve ketçap ne alaka. Efendim, yukarıdaki bütün gevezelik hayatımın oldukça hatrı sayılır bir kısmında annemle yaşadığımı size ispatlamak içindi. Şimdi olayı ketçapa da bağlayacağım. Geçen gün yazlığa gideceği için öncesinde anneme gittim, birlikte akşam yemeği yiyelim diye. Köfte yapmış bana sağolsun. Oturduk yemeğe başladık, ketçap ister misin dedi. Kafamı kaldırıp gözlerimi belerterek kendisine baktım. Hayatımın hiç bir döneminde ketçap yemedim, sevmedim. Ve hatta "ketçap ister misin kızım?", "anne, ben ne zaman ketçap yedim" muhabbetini en az 80 kere yapmışızdır, temiz. İnsan ister istemez bozuluyor yahu, kendi annesi bile bu tip detayları bilmeyince. Hayır öyle 5-6 kardeş de değiliz ki zor olsun aklında tutmak.

Biraz düşününce aslında her ailede böyle kendini tekrarlayan konuşmalar olduğunu görüyor insan. "Anne, ya niye zahmet ettin, üç günlüğüne geldin temizlikle uğraşma", "olsun yavrum ben seviyorum, uğraş oluyor hem", "Peki o zaman, koy yan cebime". Ya da "Kızım, yola çıkmadan baktın mı hava raporuna", "Baktım yağış varmış anne", "O zaman yanına şemsiye al", "aaa, ne kadar iyi fikir, ben daha önce neden düşünmedim ki hiç bunu". Sanırım bir çeşit oyun bu, bir çok durumda iki tarafın da tekrarlamasından garip bir haz aldığı. Bilmem, belki ben de ne kadar şikayet etsem de için için eğleniyorum her "anne ben ne zaman ketçap yedim ki" deyişimde.

Sağlıcakla kalınız...

Cuma, Temmuz 03, 2009

-mış, -muş gibi yapmalar...

Bu aralar mutluymuş gibi yapma evresindeyim. Bir yandan da bazı durumları kabullenmiş gibi davranmaya çalışıyorum. Hem fikren hem kalben. Yeterince –mış, -muş gibi davranırsam sonunda gerçekten öyle olabilirim diye umuyorum sanırım. Genelde işe yarıyormuş gibi görünse de bazen ufacık bir olay bütün mekanizmayı sekteye uğratmaya yetiyor. Birbirine geçmiş çarklı bir sistemin herhangi bir çarkına minik bir kibrit çöpü sokar gibi. Böyle durumlarda çabalamaktan vazgeçip en lanet suratımla yatağıma gömülüp hiç çıkmamak istiyorum. Sonra yıllardır kanıma işlenmiş sorumluluk bilinciyle kalkıp yaşıyormuş gibi yapmaya devam ediyorum. Bakalım bu oyun daha ne kadar bu şekilde devam edecek.

Perşembe, Haziran 18, 2009

Duyguyu Söylemek

Yazıcığın ilham kaynağı bir dizideki bir sahne. Adamın sevdiği kadının bilinci yerinde değil, dört aylık da hamile. Adamın eski karısı yanında ve duymasa bile kadına onu sevdiğini söylemesini söylüyor. Adamsa “Sevdiğimi söylemek çok saçma, zaten biliyor, hissediyor” diyor. Ekliyor, “Sevdiğimi söylemeye çalışmak sevgimi ifade etmek için yeterli değil, kelimelerle ifade edildiğinde olduğundan çok daha az kalıyor”. Dizi ingilizce olduğu için replik tam böyle değildi. Benim aklımda kalanla çevirim bu.

Duyguları ifade etmek ve bunun yöntemleri konusunda kültürel farkların yanı sıra, yaş, cinsiyet ve duygunun çeşidi de oldukça etkili. Çoğu zaman nefretimizi, kızgınlıklarımızı ifade ederken ne kadar bol keseden dağıtıyorsak, iş sevgiye ve iltifata gelince bir o kadar cimri oluyoruz. “Söylememe, ifade etmeme gerek yok, hissettiriyorum.” Hissettirmenin önemini yadsıyamam, kimi zaman bir bakış, ufak bir hareket kelimelerin çok daha ötesine gidebiliyor. Yine de kimi durumlarda da insan duymak istiyor. Birçok durumda kişi hissettirdiğini zannediyor ama bu karşıdakinin hissettiği anlamına gelmiyor.

Özellikle yaş ilerledikçe ve sevdiğimiz insanlar yavaş yavaş hayatımızdan çıkıp gitmeye başladıkça, keşke duygularımı daha açık ve net ifade etseydim gibi pişmanlıklar başlıyor. Bu noktada insan biraz daha cömert ve açık davranmaya başlıyor sanırım çevresindekilere karşı. Her konuda olduğu gibi bunda da dengeyi bulmak önemli. Dile getirmenin aşırıya kaçtığı noktalarda sözcükler anlamlarını yitiriyor, içleri iyice boşalıyor. Etrafınızdaki kişilerin sevgisini hem hissedip hem duyduğunuz ve aynı şekilde hissettirip duyurduğunuz günler dileğiyle...

Salı, Haziran 16, 2009

Yemekli İlişkilendirmeler

Son günlerde sağlıklı yemek yemeğe çalıştığım için evde düzenli yemek yapma ihtiyacı da doğdu. Yeterince sebze yemediğimi düşündüğüm için geçenlerde bir zeytinyağlı türlü yapmamla başladı herşey. Soğanı, yeşil biberi kavur, sarımsağı çevir, bol domates; sonra sırayla taze fasulye, patlıcan ve kabak. Kaynar suyu ekle, 45 dakikada süper türlümüz hazır. Pratiklik açısından çok kolay olduğu için sonrasında iki kere daha yaptım, hem de koca tencerelerle. Öğlenleri işyerinde farklı yediğim için sıkılma gibi bir durum da söz konusu değildi, bugüne kadar. Bel ağrıları beni yeniden yatağa mıhlayınca son altı ana öğünün beşinde türlü yediğim gibi en azından yarın da aynı menüye mahkumum. İster istemez beyinde bel ağrısı ve türlü ile ilgili bölgeler arasında yeni sinapsler oluştu bile.

Bunları düşünürken hayatımda daha önce mekanlar, kişiler ve olaylarla yemekler arasında kurduğum ilişkilendirmeleri düşündüm. Yöresel tatlar sebebiyle birçok insanın kafasında oluşan Afyon-sucuk, Konya-tandır gibi genel ilişkileri saymıyorum. Benim hayatıma özel olanları hatırlamaya çalıştım.

Mekanları düşününce aklıma hemen yazlık ve öğlenleri yediğimiz lahmacun ile geceleri disko çıkışı içtiğimiz domates çorbası geldi. O bol soğanlı az kıymalı, sumak ve limonla yediğim lahmacunun yeri bende ayrıdır. Gecenin sonuna doğru iyice sulandırılmış, yağlı, kaşarı içine bastığımız ve pideyi bana bana yediğimiz o domates çorbası ne kadar lezzetsiz olsa da yerken aldığımız haz dün gibi aklımda.

Bir de olaylar ve durumlarla özdeşleştirdiğim yemekler var, türlüde olduğu gibi. Nedense bunlar genelde hüzünlü veya zor durumlar için oluşmuş. Dedemin ölümünden sonra bir süre babaannemle kalmıştım, zaten çok yakın otururduk. Güzel adetlerimiz doğrultusunda hergün eve tencere tencere yemek gelirdi. Buraya kadar herşey iyi hoş ama hemen herkes kıymalı patates yemeği getirince insanda bir bıkkınlık oluyor haliyle. Babaannemi hayatımda tek o zaman bir yemeğe burun kıvırırken görmüştüm. Bir diğer benzer tiksinme de babamın ölümünden sonra su böreği ile aramda yaşandı. Uzunca yıllar tepside su böreği görmek istemedim doğrusu.

Kişileri düşününce babaannem ve anneannemden başlamam lazım, nur içinde yatsınlar. Tarhana çorbası denince anneannem, yoğurt ya da genel bilinen adıyla düğün çorbası denince hemen babaannem geliyor aklıma. Dört kuzen her tatilde bir hafta anneannenin evine gönderilirdik. Biz bunun bize bir hediye olduğunu düşünürdük ama yıllar sonra farkettim ki aslında bu anne- babalarımız için bir tatilmiş. İşte o bir haftada bir kere puf böreği bir kere de mantı yapılırdı, biz de yardım ederdik. Muşamba büyük kare salon masasına serilir, kuzenler etrafına yerleşip güle oynaya et yerleştirip mantı kapardık.

Ailede herkesin kendi spesiyalleri olduğu için fazla detaya girmeyeceğim ama yengem ve kestaneli pastadan bahsetmezsem olmaz. Pasta ev yapımı değil, pastane pastası. Buradaki hikaye başka. Uzun süre aile toplantılarına tatlı getirme görevi yengeme düştüğü zamanlarda hep kestaneli pasta getirirdi, sizin aile çok seviyor diye. Bir süre sonra ortaya çıktı ki bizim ailede kestaneli pasta seven yokmuş, hatta yengem kendisi de pek sevmezmiş. Bu dedikodu ilk nasıl çıktı bilmem ama karşılıklı kibarlık çerçevesinde yediğimiz onlarca kestaneli pasta hep güldürmüştür beni.

Bir çırpıda aklıma geliverenler bunlar. Uzun lafın kısası, çok türlü yedim bugünlerde çoook... En iyisi bir süre ara vermek.

Pazartesi, Haziran 08, 2009

Yeni İlişkiler

Bu aralar hayatımda gerek zaman gerekse sağlık nedeniyle bazı yeni ilişkiler kurmaya başladım. Bunlardan ilki diyetisyenim. Evet, hem bel hem de kolesterol problem olmaya başlayınca kilo vermek zaruri oldu. Bu nedenle artık haftada iki kere gördüğüm bir diyetisyenim var, çok şeker bir insan. Bu kadar sık görüşmek başta anlamsız gelmiş olsa da gidip rapor verdiğim 10-15 dakikanın genel motivasyon açısından etkisi büyük. Bir gün yaramazlık yapsam, öteki güne utançtan daha bir dikkatli oluyorum ister istemez. Bu arada diyetisyenin ofisi evime 20km'den daha uzak. İşime de tahminimce 7-8 km vardır, şehrin ve trafiğin göbeğinde. Muhtelif saatleri denedikten sonra salı sabahları saat 8'de cumartesileri de 11-12 gibi görüşecek şekilde bir düzen oturttuk. Normalde şehir merkezine ayda bir iki kere gitmeye gocunan ben, haftada iki kere gidebilmeme hayret ediyorum. Cumartesileri de oradan çıkıp anneme uğruyorum, o da mutlu oluyor.

Hayatımdaki ikinci yeni kişi yeni kapıcımız. Yurtdışındaki yılların alışkanlığı kapıcılarla pek bir ilişkim olmamıştı şimdiye kadar. Önceki kapıcı servise çıktığında kapımı çalmazdı bile. Yeni arkadaş bunu bilmediği için kapımı çalınca kene gibi yapıştım kendisine. Düzenli yemek yeme çalışmalarım kapsamında düzenli almam gereken ekmek ve yoğurt alışverişimi artık kendileri yapıyor. Apartmanda yaşayan normal bir Türk insanı için bu normal bir hareket olsa da benim için bu bir ilk. Aslında sütü de alabilseydi çok iyi olacaktı ama sabah erken açılan yerde sadece günlük süt olduğundan yarım yağlı (mavi) süt ihtiyacımı karşılamak için başka bir çare bulmam gerekti.

Hayatımdaki üçüncü yeni ilişki de bu noktada oluştu. Bu bir kişiden çok bir dükkan ve bir ekiple. Bel sağlığım açısından ağır kaldırmama kararı verdiğim için yukarıda da belirttiğim gibi toplu süt alışverişi için alternatif arayışına girmiştim. Onu da haftasonu kolaziro aş erdiğim noktada tesadüfen keşfettim. Sitenin alışveriş merkezindeki kuruyemişçiden eve sipariş verirken, yahu sizde mavi kutu süt var mı dedim. Varmış. Haftada ortalama 4-5 yarım litrelik kutu süt tükettiğimi düşünecek olursak sanırım ellerindeki stoğu hızlıca bitirip yeni sipariş vermelerini sağlayabilirim.

Yazıcığa başlarken gerek zaman gerekse sağlık demişim. Sanırım zaman yerine üşengeçlik desem daha doğru olurmuş. Tamam iş güç yoğun olabilir ama eve giderken on dakika bir yere uğrayıp süt almamayı haklı gösterebilecek kadar bir zaman problemim yok sanırım; evet evet, bu düpedüz üşengeçlikten. Neyse, dağıtmayayım konuyu.

Sağlıklı ve düzgün bir yaşama doğru adımlarım ve oluşturduğum yeni ilişkiler bunlar. Şimdi iş bu ilişkileri düzenli bir şekilde devam ettirebilmekte. Yaşayıp göreceğiz. Bizi izlemeye devam edin.

Perşembe, Haziran 04, 2009

Dayanamama

Bugünlerde canım belimde. Gün içinde eğer kafayı ona takmazsam ve kendimi meşgul edersem (-ki zaten işler o kadar yoğun ki kendimi ayrıca meşgul etmeme gerek kalmıyor) bu dönemi daha rahat atlatırım diye kendimi ikna edip üç-dört gündür bu felsefeyle yaşamaya çalıştıysam da acıdan ağlamama çok az kaldı. Şu anda da ağrı içinde yatmış, daha doğrusu, serilmiş halde hala kendimi meşgul etmeye çalışıyorum. Evde bu iş biraz daha zor. Bu yazıcığı da kendimi oyalama ve içimi kusma çerçevesinde yazıyorum sanırım. Muhtemelen derdimin çaresi bir hafta kıpırdamadan yatmak. Pazartesi bir gün denedim, sıkıntıdan patlamak üzereydim. Dedim ya, zaten işte kritik dönemler.

Dün gece saat 23:00 sularında ofiste değerlendirmelerle debelenirken yakın ve sevdiğim bir iş arkadaşımdan bu konuda zılgıt yedim. Seni tek eleştireceğim yanın kendi sağlığına dikkat etmemendir dedi. Biliyorum, haklı. Birçok konuda işleri sona bırakmama konusunda takıntılıyken bu kadar önemli bir konuda yumurta kapıya dayanmadan harekete geçmediğim ve ihmalkar davrandığım için kendime çok kızıyorum.

Her zamanki gibi sorunu ve olması gereken ama uygulayamadığım çözümü ortaya koymuş bulunmaktayım. Durum budur.

Pazartesi, Mayıs 18, 2009

Düzine #2

1. Ne kadar soğuğu sıcağa yeğ tutsam da açık pencereli odada televizyon karşısında sızmak iyi birşey değil.

2. Bu yaşa geldim, ısrarla ya kendimi bilmiyorum ya da bilmemezlikten geliyorum.

3. İçi dolu bardak kırıp ortalığı batırınca sakin kalabilmeyi öğrenmiş olmam son 10 yılda kendimi geliştirmiş olmaktan en çok mutluluk duyduğum yanım.

4. Haftasonu temizlik yaptım. Ne bulaşık, ne çamaşır ne de kurutma makinesi fazla doldurunca doğru düzgün çalışmıyor.

5. Yeğen gibisi yok.

6. Yanlış hesap Bağdat’dan döndü, dayanırım diye hesap ettiğim durumlara dayanamadığım ortaya çıktı. Bunu daha doğru hesabetmiş olmam gerekirdi.

7. Duş çalışmayınca leğen ve hamam tası teknolojisine döndüm. Kesinlikle çok daha tasarruflu.

8. Yanında durup da konuşmadığım, konuşmak zorunda olmadığım, eski dostların yeri apayrı.

9. Tehlike çanları çalıyor; işi yapmaya üşendiğim süre, işin kendi süresini aşmaya başladı.

10. Mimoza çiçeğinin diğer adı küstüm çiçeği imiş. Volkan Konak söylemiş, peşine Nazım’ın şiiri güzel gitmiş.

11. Kesin şampiyonuz.

12. Yaşayamadığım güzel şeylere hayıflanmayı bırakıp yaşadığım güzel günleri mutlulukla hatırlamayı öğrenmem lazım ama çok zor.


Salı, Mayıs 12, 2009

Düzine #1

1. Yolculukları, varılan hedeflerden daha çok sevdiğimi bir kere daha farkettim...

2. Duşum bozuldu ve banyomda klozetin üzerindeki fayanslar öne doğru dökülmeye başladı. Fayansların arkasındaki borulardan gelen bir arıza ise ayvayı yedim. Son sığındığım kale de başıma yıkılacak bu gidişle...

3. İnsan hüzünlü şarkılar dinlediği için mi kendini kötü hisseder yoksa kendini kötü hissettiği için mi hüzünlü şarkılar dinler? Bence tavuğu yemeli yumurtayı da omlet yapmalı.

4. Bazı takıntılarımı seviyorum. Birçok şeyin kontrolüm dışında değiştiği hayatımda değişmeden kalabilmeleri bana güven ve huzur veriyor... Cümlelerin sonuna üç nokta koymayı da seviyorum, bilmiyorum neden...

5. "Dream on but don't imagine they'll all come true". Yok yok, beceremiyorum ben bunu. En iyisi hiç hayal kurmamak. Patlıyor nasılsa.

6. Sorumsuz ve sorunsuz olmak istiyorum ama nasıl olacağımı bilemiyorum.

7. Yaz gelmeden güneş gözlüğü alsam iyi olacak, göz kısmak yorucu oluyor.

8. İstemediğim yanıtları veya açıklamaları duymamak için, sorulması gereken soruları sormama veya konuları açmama huyumdan vazgeçsem mi vazgeçmesem mi? Bu işi yeterince uzatmayı becerirsem yanıtların veya açıklamaların değişmeyeceğinden emin olsam... İşkenceyi uzatmakta rakip tanımam, hele de kendime yapıyorsam.

9. Bu sene kesin şampiyonuz. Kara kartal oleeey.

10. Yangında ilk kurtarılacak yazan dosya dolabını çok kıskanıyorum bugünlerde.

11. Elektrikler kesilince karadenizlinin biri yürüyen merdivende iki saat mahsur kalmış. Karadenizli olduğuma göre bu biri ben de olabilirim.

12. Olası evreler: şok ve inanamama - inkar - kızgınlık - pazarlık - suçluluk - depresyon - kabullenme ve umut. Ortaya karışık alalım o zaman.

Perşembe, Mayıs 07, 2009

Zamanda Yolculuk...

Herhalde en son 8-9 sene kadar önce ODTÜ'de bahar şenliklerine katılmıştım. Artık iyice yaşlandım havasında bu sene de konsere monsere gitmem diye düşünüyordum. Sen birşey söylemeden yüzüne bakıp da neye ihtiyacın olduğunu anlayan eski bir dost sayesinde bunca zamandan sonra kendimi stadyumun çimlerinde buldum.

Ortalıkta gezinirken ne yalan söyleyeyim, kendimi uzaydan gelmiş gibi hissettim önce. Yok, taş atan falan yoktu ama etraftaki gencecik insanlar bana çok uzak geldiler. Hele de ilk çıkan iki grubun şarkılarını hayatımda duymamış olmam, evet yanlış yerdeyim galiba dedirtti. Asıl grup öncesi arada Big in Japan, Self Control çalmaya başlayınca, ahanda bizim havalar dedim kendi kendime. Çevremde aynı dönemlerden üç-beş yancı da olunca, etrafta kasım kasım dikilen gençlerin arasında 80'lerin danslarını sergilerken keyfim iyiydi valla. Sonrasında Yeni Türkü çıktı sahneye. Neyse ki adamlar yeni albüm yapmıyorlar da bizim repertuar yetiyor onlara. Bağıra çağıra eşlik ettim şarkılara.

Bunca eğlenceye ve inada rağmen, bünye bir noktadan sonra dayanamıyor. Nitekim beş-altı şarkı sonunda gövdemin muhtelif parçaları hadi kızım evine sinyali vermeye başladı. Çok uzun olmasa da katılmış olmak iyi geldi bana. Arada biraz hüzünlendim, eski günleri anımsayıp koptuğum dostları düşününce. Uzakta olanlara hayıflandım, yakında olup da görüşemediklerim için biraz kendime kızdım. Yine de içime attığım ve dermanını bulamadığım onca dert arasından beni birkaç saat de olsa çekip çıkardı bu şenlik konseri. Ne yazık ki gerçeklere dönme vakti şimdi...

Çarşamba, Mayıs 06, 2009

Gecenin Üçü...

Yarım yamalak uykular arasında dayanamayıp kalktım yataktan. Baktım saat gecenin üçü. Kimi rivayetlere göre ise sabahın... Sonra başladım bir şarkı mırıldanmaya, gecenin tam üçünde, gecenin tam üçünde... Belki de keramet saatte. Bir sürü şarkıya malzeme olmuş ne de olsa. Sonra sordum kendime, gerçekten kaç şarkıda var bu gecenin üçü? Hiç zorlamadan pıt, üç adet geldi aklıma, buyrun:


Gecenin Üçünde

Düz değil, düzen değil
Az değil, ezen değil
Boz değil, bozan değil

(Bir gül biter içimde, içimde, içimde...
Tam bildiğin biçimde, biçimde, biçimde, oooy.
Gecenin tam üçünde,
Gecenin tam üçünde) nakarat

Can değil, canan değil
Er değil, eren değil
Geç değil, erken değil

nakarat

Sevda gibi kanımda
Can verirken elinde
Pençe gibi düşümde
Uy değil, uyku değil

Bir gül biter içimde
Gecenin tam üçünde
Gecenin tam üçünde...

Söz-Müzik: Fikret Kızılok

***

Gönül

Bunca yıl herkesten kaçtın
En sonunda buldum sandın
Ansızın içini açtın
Yapma dedim yaptın gönül

Gözleri senden uzaktı
Fark edilmez bir tuzaktı
Sana böylesi yasaktı
Yapma dedim yaptın gönül

O bir yolcu sen bir hancı
Gördüğün en son yalancı
İçindeki derin sancı
Gitmez dedim kaldı gönül

Sen istedin ben dinledim
Senden ayrı olmaz dedim
En sonunda ben de sevdim
Şimdi beni kurtar gönül

Gözlerin bakar da görmez
Ellerin tutar da bilmez
Gece gündüz fark edilmez
Demedim mi sana gönül

Sabahın tam üçündesin
Dertlerin en gücündesin
Hala onun peşindesin
Gitme dedim gittin gönül

Böylesi sevdiğin için
Bir kördüğüm oldu için
Ağlıyorsun için için
Demedim mi sana gönül

Sen istedin ben dinledim
Senden ayrı olmaz dedim
En sonunda ben de sevdim
Şimdi beni kurtar gönül

Söz: Özkan Samioğlu
Müzik: Fikret Kızılok

***

Bu Yorgunluktan Bıktım

Bu yorgunluktan bıktım,
Bıktım bastıran uykudan.
Saat gecenin üçüydü,
Yapamadıklarım düşündürücüydü.

Keşmekeşten bıktım.
Kimin eli kimin cebinde?
Paradan parasızlıktan,
Zamana karşı koşmaktan…

Bıktım bıktım bıktım,
Omuzumdaki yükten,
Nasihatten sükunetten.
Hani nerede umut?

Bırak, açılsam sonsuza,
Dokunsam bir kere,
Devam etsem kesmeden,
Rahat rahat.
Bırak, bırak, bırak.

Söz-Müzik: Nejat Yavaşoğulları

***

Anladım ben olay
ı, keramet kafiyede...

Pazar, Nisan 19, 2009

Tebessüm

Evvelki akşam kısacık da olsa ablamlara uğradım. Üç nesil bir aradaydı, annem, ablam ve yeğen. Keyfim olmadığı için çok uzun kalmadım ama ablam ve yeğen hemen cicilerini döktüler önüme...

Efendim, ana-kız fotoğrafçılığa merak salmış durumda. Ablam bir yerlerde kurs alıyor. Kendine yeni bir makine ve kitaplar almış, keyfi yerinde. Anne yeni ve afili bir makine alınca, eskiden sosyal aktivitelerde kullandığı da bizim altı yaşındaki ufaklığa devrolmuş. Önce ablam hevesle gösterdi çektiği fotoğrafları. Odaklama ve doku çalışmalarını, çeşitli denemelerini anlattı. Ne yalan diyeyim, güzel olmakla beraber o kadar da fazla ilgimi çekmedi fotoğraflar. Ağaç, böcek, doku detay, vesaire, vesaire...

Sonra sıra bizim bıdığa geldi. Zaten tip olarak da annesinin küçük bir kopyası... Ciddi ciddi anlattı çektiği fotoları: "Burada kedi çöpü karıştırıyor; burada benekli kediyi çekiyorum; bak burada çikolatalı dondurma; bütün dondurmalar bir arada; arkadaşım Duru..." Onun gözünden dünyayı görebilmek içimi ısıttı. Çektiği fotoları ve anlatışı aklıma geldikçe de gülümsüyorum. Ufaklığın sanatı karşında saygıyla eğiliyorum.

Cuma, Nisan 03, 2009

Adım Portia, Ben Bağımlıyım

Gözümün önünde amerikan filmlerinin tipik "destek grupları" sahneleri canlanıyor ama bağımlılık bilgisayar ve internet olunca bunu da blog üzerinden yapmak durumu iyice perçinliyor. Önce sadece bilgisayar bağımlılığı olarak başladı. Yıl 94-95 olmalı. O zaman internet bağlantısı bu kadar yaygın değildi, bir tek okuldan erişirdim, iş için. Okul hesabından pine ile mesaj okuma ve bölünmüş siyah ekranda yurtdışındaki arkadaşlarla zar zor da olsa haberleşme şeklinde devam etti. Sonra anlayamadığım bir hızla anında mesajlaşma, görüntülü-sesli konuşma, gazeteler, bilimsel yayınlar derken hayatımın büyük bir parçası haline geldi.

Son 8-9 senede dizüstü bilgisayarımdan ayrı geçirdiğim en uzun süre kamp yapmaya gittiğim beş gün. Bütün gün fazlasıyla "çevirimiçi" olmam yetmiyormuş gibi eve gelince ilk iş bilgisayarı açmak oluyor. Aktif olarak kullanmam şart değil, o orada dursun ve ihtiyacım olduğu anda, ki bu ihtiyaç olma durumu ayrı bir muamma, bir şeyleri tarayabileceğimi bileyim.

Konu nereden çıktı derseniz, pazar günü 3 günlük bir tatile çıkıyorum. Tekne ile açılacağız söylemesi ayıp. Büyük iç çatışmalarım sonrasında yine dizüstü bilgisayarımı yanıma almaya karar verdim. Tabii ki çok geçerli nedenlerim var. Oradan bir bilimsel kongreye gideceğim. Benim sunumumun olmaması çok acil bir şekilde bilgisayarıma ihtiyacım olabileceği ve yanımda olmazsa dünyanın sonunun geleceği gerçeğini değiştirmiyor.

Adım Portia, bilgisayar ve internet bağımlısıyım...

Salı, Mart 31, 2009

Umut

Bu aralar Şevval Sam'ın Kibritçi Kız şarkısı kafamın içinde çalıp duruyor. Özellikle de ilk kısımları. Buyrun...

Nereye kadar sadaka,
nereye kadar bu dilencilik?
Ben kimin neyim,
nereye bu yolculuk?

Derin bir üzüntü bu,
geçmeyecek gibi...
Yaraya tuz basmak,
nefessiz kalmak,
ağrıya yatmak gibi...
Derin bir üzüntü bu,
ölüm çaresizliği gibi,
imkansızı umutsuzca
bilerek beklemek gibi...

(devamı da var esasen ama canım bu sefer cımbızlamak istedi)

Pazartesi, Mart 23, 2009

Üç Boyutlu Bulmacalar

Yıllardır işim gereği üç boyutlu geometriler ile uğraşır dururum. Hatta şu sıralar çalıştığım proje, cisimlerin fotoğraflarını kullanarak üç boyutlu modelini oluşturmak üzerine. Yeterince üç boyutlu problemim yokmuş gibi geçenlerde beş tane üç boyutlu bulmaca aldım. Metaller, ipler, tahtalar bir şekilde birleştirilmişler. Çözüm genelde iç içe geçmiş iki parçayı birbirinden ayırmayı gerektiriyor. Tabii iş ikiye ayırmakla bitmiyor, onları geri birleştirebilmek de ayrı bir maharet.

Belli bir strateji geliştirmeden çözmeye çalışmak genelde pek işe yaramıyor, tesadüfi çözümler olmuyor. Hoş stratejilerin de şişmesi oldukça mümkün. Önce parçaları iyi analiz etmek gerekiyor. Parçaların farklı özelliklerini ve bu özelliklerin nasıl kullanılabileceğini anlamak önemli. Mesela bir ip varsa onun bükülebilirliğini, metal bir zincir varsa en ince noktasını bilmek lazım. Bazen çözüme giden yolu bulduğunu sanıyor insan, ilerliyor ilerliyor, ama hiç beklemediği bir anda tıkanıveriyor. Daha kötüsü başladığından da karmaşık bir halde buluveriyor kendini. Bir de başlangıç noktasına dönmek için bir çaba harcamak gerekiyor.

Biraz kurcalayınca görünen o ki bütün yukarıdakilerin yanında en önemli unsur sabır. Sabırsız davranınca işler iyice karışıyor, çözümü gittikçe uzaklaştırıyor. Tam bir çıkmaz sokak. Bulmacaların hiçbirini henüz çözemedim, biraz deneyip bıraktım. Sabır, vakit gerektiriyor. Neyse ki hayatımda sonuçlanmayı bekleyen onca işin aksine, konu bulmaca çözmek olunca bir zorunluluk yok. İnsan gönül rahatlığıyla atıyor bir kenara, hatta hiç çözmemeyi seçebiliyor.

Salı, Mart 17, 2009

Yola Çıkmak

Sabah erkenden çıkmalı yola. Varılacak yer uzak olduğundan değil, aslında hedef yok henüz ortada. Alışkanlıktan herhalde, evet erken çıkmalı. Birkaç parça attın mı çantaya iş tamam. Nasılsa dağa çıkmıyoruz ya, eksik gedik olursa sağdan soldan tedarik edilir. Plan yalnız çıkmak değildi yola, ama madem böyle gerekti yine de gitmek lazım.

Arabada müzik önemli. Biraz neşeli, biraz hüzünlü. Yol uzun, her ruh haline uygun birşeyler bulundurmalı; şarkıları kimi zaman bağıra çağıra söylemek, kimi zaman da bir iki göz yaşıyla mırıldanmak...

Eskiden olsa yolculuklar daha farklı olurdu, cümbür cemaat. Haftalar öncesinden başlardı hazırlık. Ayla hanım herkesin listesini hazırlardı. Kaç don, kaç çorap gittiği bilinsin, dönerken sayım yapılacak. Bunca hazırlığa rağmen yazlık anahtarı unutulur mu, unutulur; yanlışlıkla çöp torbası da bagaja konur mu, konur. Arabalar da konforlu değildi bugünkü gibi. Yine de krem rengi şahin, portbagajı ile göreve hazır olurdu geceden. O zamanlar bir de yolculuk kokusu olurdu arabaların, siner arabaya iki üç gün geçmezdi. Arka koltuktaki hayali sınır, sen geçtin hayır geçmedim, çek ayağını, anne birşey söyle ablama.

Artık sayım farklı: cüzdan, cep telefonu, anahtarlık. Burda, burda, ... , nerde?? Demek anahtar unutmak aileden kalan bir alışkanlık. Arama, tarama, on dakikalık rötar. Kimin umurunda, nasılsa bekleyen yok.

Ve nihayet tekerler dönmeye başlıyor. Gidilecek yön belli değil, bir vuruldu mu yola araba bulur yönünü belki. Sabah uyku açmak için hareketli parçalar uygundur: hayat zorlaşınca, çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca..... o zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz...

Eskiden yollar da böyle değildi. Şimdi çok daha düzgün, geniş. Arabanın rahatıyla birleşince daha keyifli olması gerekmez mi yolculukların? Konfor var ama keyiften eser yok. Bütün bu kolaylıklar kafanın içinde cirit atan düşünceleri azaltmıyor ne de olsa. Dertleri tasaları da paketleyip yanına aldıktan sonra ne anlamı kaldı yola çıkmanın. Yine de bile bile çıkıyor insan yollara, bir umut içinde. Belki yeterince hızlı gidersek ve tasalar bu hıza ayak uyduramazlarsa kafadan kalpten fırlayıp geride kalıverirler. I ıh olmuyor.

Saatler geçiyor, zaruri çiş-yemek molaları derken manzara tanıdık gelmeye başlıyor. Sanki buradan daha önce geçmiştik. Saatler geçiyor, manzara değişmiyor. Araba yolunu bulur belki diye yola çıkmak yaramıyor, tek yaptığı halkalar çizmek merkez etrafında, kontrol kimde belli değil. Kestirmek için arka koltuğa geçiyorum, araba kendi kendine gitmeye devam ediyor… Demek ki kontrol bende değilmiş. Kestirme, derin bir uykuya dönüyor. Kaç saat geçmiş belli değil, yavaş yavaş uyanıyorum, araba eve dönmüş. İnsan kaçamıyor kendinden. Sayım yapıyorum, cüzdan, cep telefonu, anahtarlık. Alıp çantamı yavaş yavaş çıkıyorum merdivenleri. Bir bardak su içip yatıyorum.



Pazar, Mart 15, 2009

Ev Alma Ev Arkadaşı Al (2)

Bu serinin önceki yazısında, ilk ev arkadaşım Minako'dan bahsetmiştim. Minako doktorasını bitirip evden çıktıktan sonra oda bir süre boş kaldı. Tabii giderken sahibi olduğu bütün salon mobilyalarını götürünce evin yüzde yetmişi boşalmış oldu. Kendi odamda kurduğum düzenden memnun olduğum için bir süre eşya almadım. Sonradan arkadaşlardan aldığım bir iki eşya ile ev birşeye benzemeye başladı. Bir de televizyon alınca tüm ihtiyaçlarım tamamlanmış oldu. Tam o sıralarda yeni ev arkadaşım Meiying geldi. Birlikte yaşamaya başladığımızda Meiying Çin'den geleli bir sene kadar olmuştu.

Bu arada diğer odanın boş kalması benim çabamla olmadı. Yeni ve daha ucuz öğrenci evlerinin yapılmış olması benim kaldığım yere talebi düşürmüştü. Meiying öğrenci değildi ve bir öğrenci ile anlaşma yapıp onun üzerinden evi tutmuştu. Bu öğrenci evlerinde sıklıkla yapılıyor (sublease) ve aslında kurallara aykırı. Bizim sitedeki evler bir süredir boş olduğu için ofistekiler de fazla umursamıyorlardı sanırım.

Meiying benden 8-9 yaş büyük bir hatundu. Biyoloji bölümünde bir laboratuarda teknisyen olarak çalışıyordu. İngilizcesinin yetersizliği nedeniyle başlarda iletişimde oldukça problem çektik. Sonlara doğru bile dediklerimin ne kadarını gerçekten anlıyor ne kadarını ye ye ye diyerek geçiştiriyordu, hiç emin olamadım. Bu iletişim nedeniyle ara ara kendi labında da problem yaşıyor ve bu konuda çok dertleniyordu.

Meiying'le yaşamak çeşitli nedenlerden dolayı beni başlarda çok zorladı. İlk ev arkadaşım genelde kocasının evinde kaldığı için pratikte yine yalnız yaşıyor gibiydim. Ama Meiying... Hep evdeydi. Sabahlar evden benden daha önce çıkardı ama ben de uyanır uyanmaz duş alıp evden fırladığım için evin tadını çıkaramazdım. Akşamları benden önce eve gelir ve çok nadir evden çıkardı. Cumartesi sabahları alışverişe gittiği iki-üç saat haricinde yine hep evdeydi. Başlarda bu durum beni çok bunalttı ama zamanla alıştım. Zaten o dönem benim sosyal çevremi genişletip dışarıda en çok vakit geçirdiğim döneme denk geldi.

Bir diğer zorluk ortak mutfak kullanımımızla ilgili idi. İlk taşındığında bana deniz ürünlerini sever misin diye sormuştu. Ben de safça hee, dedim; balık, midye, kalamar vs gibi bir Türk insanı için konvansiyonel deniz ürünlerini kastederek. Sonraki günlerde anladım ki bir Çinli için "deniz ürünü" bizim anladığımızdan çok farklı, denizden çıkan antenli mantenli, her çeşit böcek kılıklı yaratık da bu kategoride yer alıyordu. İlk defa buzdolabında canlı yengeçle karşılaşmam biraz olay çıkardıysa da zamanla buna da alıştım (canlı yengeci niye buzdolabında sakladığını da anlamadım, canlı yahu, bozulmaz gibi gelmişti. birşeyler dedi ama anlamadım). Başlarda pişirdiklerinden bana da ikram ettiyse de kısa sürede yeme konusunda çok fazla ortak yönümüz olmadığını kabul ettik. Şimdi bu laf üzerine benim çin yemeklerini sevmediğim zannedilmesin, bilakis çok da severim ama bizim Çinli yemek pişirmekten anlamıyordu bence. Bir kere yemek pişirmeye başladığında koku dayanılmaz oluyordu. Ben onun da çaresini buldum. O ne zaman yemek pişirse ben de girip soğan kavurmaya başladım, oooh mis. Onunla yaşarken Çinlilerin süt ve süt ürünleri tüketmediklerini farkettim. Benim kalıp kalıp peynir ve yoğun yoğurt tüketimim de onu çok şaşırtıyordu. Bir gün ay çekirdeği yediğini görünce, amanın nihayet bir ortak nokta bulduk dedim. Amerikalı ve avrupalıların kuş yemi gözüyle baktıkları ve bir türlü beceremedikleri çitleme aktivitesinde en az bir Türk kadar maharetli idi. İlk kez çekirdeğine ortak olma teşebbüsümde ortaya çıktı ki onlar çekirdekleri tuzlu değil tatlı kavuruyorlarmış. Yaşadığım hayal kırıklığı büyüktü.

Gavur ellerde arkadaşlar aile olur, en azından bizim için öyle idi. Bu nedenle arkadaşlarla sık sık birbirimizin evinde takılırdık. Bu vesileyle Meiying benim arkadaşlarımla tanıştı. Örnek kümesinin sınırlı olmasından ötürü olsa, Meiying'in Türk erkekleri ile ilgili bir yorumu beni çok güldürmüştü.
Bir gün bana Türk erkeklerinin çok uzun boylu olmaları ile ilgili bir yorum yaptı. Ne diyorsun kadın dedim kendisine. En yakın iki erkek arkadaşım 188 ve 190 boylarında idi ve kadıncağızın bildiği diğer iki Türk erkeği de Hido ve Memo olunca o da kendince haklıydı tabii. Zamanla ortalama Türk erkeği boyunda (artık kaçsa bu) arkadaşlarımla tanışınca bu konuda genelleme yapma konusunda acele ettiğini o da farketti. Komikti.

Meiying'le bir buçuk sene kadar birlikte yaşadık. Benim Irvine'da ikinci senemi tamamlayıp patrona çalıştığım proje bitince memlekete dönmek istediğimi söylediğim günün gecesinde altı ay kadar önce gönderdiğim bir proje başvurusunun kabul edildiğini öğrendim. Sevinmek ve üzülmek, kalmak ve dönmek arasında gidip geldikten sonra üç yıl sürecek olan projeye başlama kararı verdim. O zamanki kararsızlığımı Meiying anlayamadı. O Çin'e dönmemek için her türlü imkanın peşinden koşarken benim böyle bir alternatifin üzerine atlamam yerine hüzünle kabullenmemi şaşkınlıkla karşıladı. Hal böyle olunca, post-doc'lıktan assistant researcher'lığa* terfi ettim ve o evlerde kalma hakkını yitirdim. Kaldığım yere bir-birbuçuk km uzaklıkta altmış metrekare kadar bir oda bir salon bir daireye çıktım tek başıma. O evde iki sene kaldım, güzel günlerdi. İlk taşındığımda Meiying bir uğradı evime, bir ev hediyesi ile. Daha sonra onunla ne görüştüm ne de haberleştim. Şu anda ne yapar ne eder en ufak bir fikrim yok.

Konu ev arkadaşları olunca tek başına yaşadığım o iki seneden anlatacak birşey yok haliyle. Yine de ev arkadaşları maceram burada sonlanmıyor. İki senenin sonunda çeşitli nedenler ve tebdil-i mekanda fayda olacağı prensibiyle bir kere daha hayatımı kutulara koydum ve yollara düştüm. Bu sefer Hint asıllı olup Kenya'da doğup büyümüş ve önceden arkadaşım olan Bindya ile birlikte yaşamaya başladık...

Artık onu da başka bir zaman anlatırım.

*assistant researcher yardımcı doçent gibi birşey ama projelerden destekleniyor ve ders verme yükümlülüğünüz yok.

Cumartesi, Mart 14, 2009

Ev Sesleri

Şehirden uzak bir yerlerde ya da yıllar öncesinde neler olurdu acaba bu kategori altında. Ahşap bir evde yaşıyor olsam herşeyden önce evin kendi bir iç sesi olurdu, adım atıldıkça artan bir çatırdama sesi. Hayat odasında yanmakta olan sobanın* içinden çıtırtılar gelirdi muhtemelen, arada bir çaaat diye yükselen bir patlama ile. Hele bir de rüzgar varsa uğultular ve evin etrafındaki ağaçlardan gelecek yaprak hışırtıları eklenirdi tahminimce bu tabloya.

Zamanı ileri sarıp bugüne geliyorum... Hoooop, geldim. Gözlerimi kapatıp şöyle bir dinliyorum evimin gece seslerini, bir uğultu var genel olarak ama bu rüzgarın sesi değil. Evde çalışan envai çeşit elektronik aletin homurdanmalarının bileşkesi. Yakınlık etkisi ile en baskını şu anda bu yazıyı yazmakta olduğum dizüstü bilgisayarımın, yani leepptaap'ın, fan sesi. Diğer bir anlık ses on dakika önce merkezi ısıtma sisteminin kalorifer boruları içinden gelen, uyurken farketmediğim ama uyanıksam her defasında beni yerimden hoplatan garip mekanik açılıp kapanma sesi **. Kalorifer için için başka sesler de çıkarıyor arada. Tam bu satırları yazarken komşu sifonu çekti. Benim bozuk sifon olsa (evet hala bozuk) çekilmesinin arkasından yarım saat kadar inceden inceye bir şırıltı ile doluşunu da duyardık. Rüzgar olduğu zaman ne sesler duyuyorum acaba, hani geçenlerde deliler gibi esmişti. Evet, hatırladım. Balkonda bir heves birşeyler yetiştireyim diye aldığım toprak ve saksıların durduğu torbalardı en büyük ses kaynağı. Yine de şüphesiz evimin en gevezesi mutfakta, derin dondurucu. Mütemadiyen konuşur kendince, ne der bilinmez. Buzdolabı onun kadar konuşmasa da karşılıklı sohbet ediyorlar arada.

Bunlar gecenin sesleri, gün içinde genelde hayatın diğer sesleri arasında kaybolup gidiyorlar. Televizyon, çamaşır - bulaşık makinesi, aspiratör derken şişecek yine kafa, ben farkına varmadan...


* Geçenlerde benim bıcırık yeğen anneme "anane, soba da ne yahu" demiş. Öğreten anane anlatmış boruları ıvırı zıvrı. İkibiniki model şehir bebesi ne bilsin, o da haklı.

** Yönetici diyor ki gece iki-ikibuçuk saat kadar kazanı tam kapatınca hem sıcaklık olarak çok fazla kayıp olmuyormuş hem de harcama bayağı farkediyorumuş, aklınızda bulunsun. Yan etkisi, evlerin içinde yankılanan şu daaaan sesi, her gece iki kere: kapa-aç. Bu yazının ilham kaynağı ise "aç".

Salı, Mart 10, 2009

Yeni Başlayanlar İçin Trafik

Güzel memleketimde trafik kuralları her gün yeniden yorumlanıyor. Bugün bir kırmızı ışığa yaklaşırken arkadaşımın lafı "bu kırmızı ışıkta durmuyoruz". Oldu canım. Sonra da açıkladı, kırmızı ışıklar durulanlar ve durulmayanlar diye ikiye ayrılıyormuş meğer. Arabadaki sinyaller de verilenler ve verilmeyenler olarak tanımlanıyormuş. Aklımızda bulunsun...

Pazartesi, Mart 09, 2009

Hey Yıllar...

Bu ara eski hatalarımı tekrarlamamak için kendimle bir mücadele içerisindeyim. Geçmişte mantığımla duygularımın çeliştiği noktalarda yaptığım hatalara bakıyorum, üzücü de olsa tutarlı bir şekilde benzer hataları yapmışım. İşin kötüsü bunun farkında olmama rağmen bugün bile aynı hataları yapmaya razıyım. Leman Sam'ın Hey Yıllar şarkısı geliyor aklıma. Cımbızlama olmasın, hepsini yazayım.

yine gece ve ben başbaşayım anılarla
beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde
hey yıllar yenilmedim size umutlarım yine aynı
sessizlik geceyi sarsa da her gün bir yarın var ya
hey yıllar yenilmedim size rüyalarım yine aynı
bir tutku yaşıyorum yine, aynı telaş içimde

bilmez kimse nasıl geldi geçti yalnızlıklar
kolay mıydı silip atmak sanki korkuları

**hey yıllar yenilmedim size benim için bahar aynı
aynı o ılık rüzgar yine esiyor ellerimde
hey yıllar yenilmedim size hatalarım bile aynı
hep aynı sevgiye hasretim, duygularım hep aynı

bilmez kimse nasıl zordu gülmek zaman zaman
uçup gitti hayat yavaş yavaş avuçlarımdan

**

Şarkıda benim özellikle takıldığım kısım hatalarla ilgili olan:

hey yıllar yenilmedim size hatalarım bile aynı

İşte burada bir çelişki yaşıyorum. Hataların aynı olması aslında bir yenilgi değil midir? Hatalardan ders almayacaksak tecrübenin kıymetini silip atıyor olmuyor muyuz? Yoksa herşeye rağmen aynı hataları yapabilmeyi göze almak mıdır zamana meydan okumak...

Pazar, Mart 01, 2009

Makasfobia

Hani kendimle daha çok ilgilenmeye karar verdim ya, üşenmeyip kuaföre gittim. Böylelikle yıllardır biriktirdiğim kuaför facialarına bir yenisi daha eklendi. O koltuğa oturup da kuaför elinde makası ile geldiğinde ciddi bir kilitlenme durumuna geçiyorum. hede hödö, kes, kesme... duuuur...

İletişim problemimin tepe yaptığı yerlerden biri sanırım o koltuk. Olay biraz da ne istediğini bilmemekten geliyor. Bu nedenle kaç arkadaş benimle kuaföre gelmekten vazgeçti, kabak başlarına patlıyor diyor. Bugün yalnızdım, o yüzden suçu tek başıma göğüslemem lazım. Zoraki bir gülümseme ile çıktım dükkandan, hemen taktım montun şapkasını kafama, eve yürüdüm. Dağıttım saçı. Bu sefer hasar minimal. Neyse ki dönüşü olmayan noktadan önce dur demeyi başarmışım.

Yaşamaya Üşenmekten Vazgeçmek

Hatırlarsınız daha önce yaşamaya üşenmek konusunda sıkıntılarımı dile getirmiştim. Bu ara bundan vazgeçmenin yollarını arıyorum. Araya giren birkaç sağlık problemi çabalarımı baltalasa da bu konuda uğraşmaya kararlıyım.

Silecek suyunu koydum mesela. Tamam, sonra yine bitti ve bir arkadaş bu sefer beni itekledi hadi doldur diye, hatta o doldurdu, ama olsun.

Daha önemlisi son iki haftada eski dostlarla daha çok haberleşir oldum. İtiraf ediyorum, görüşmeleri buluşmaları başlatanlar onlar oldu ama ben de genelde yaptığımın aksine uzlaşmacı davrandım.

Aylardır ertelediğim bir diğer konu yazmam gereken bir bilimsel makale ile ilgiliydi. Bir cesaret açtım dosyaları, hatta çalışmayı birlikte yaptığım eski doktora hocamı da arayıp birşeyler istedim. Bir hafta verdim kendime, göreceğiz.

Uzun zamandır anneme uğramamıştım, dün ona da uğradım. Bana yemek yapmış, onları aldım. Burada oh ne ala denip kendim için gittiğim düşünülebilir ama öyle değil. O yemekleri almaya gidişim sırf onu mutlu etmek içindir. Neyse, burada önemli olan ben gidince ne kadar mutlu olduğunu görüp iki haftada bir düzenli onu ziyaret etmeye karar vermiş olmamdır. İş güç yoğun deyip savsaklamak yok. Aynı durum yeğen ziyaretleri için de geçerli. Şu kendi kabuğuma çekilme huyumdan vazgeçmem lazım. Nelere ne vakitler harcıyorum, iki haftada 6-7 saati aileme ayırmaya üşenince iyice kızıyorum kendime.

Kendime iyi bakma-davranma konusuna gelince, o konuda tökezlemeler devam ediyor. Üzerime düşenleri yapmıyorum. Belki de aslında kilit noktası burada. Sanırım ısrarla öncelikle eğilmem gereken bu konuyu geçiştiriyor, diğer konularla kendimi oyalıyorum.

o zaman, soru: insan hangi noktada yanlış yaptığını bildiği birşeyi yanlış yapmaktan vazgeçer?

Cuma, Şubat 20, 2009

Evre Sonu Raporu

Aşağıdaki yazı bir arkadaşla yapılan chat'ten alınan satırlardan oluşmuştur. Sadece italik olan kısımlar eklenmiş ya da düzeltilmiştir. Chat hattının öteki ucunda bulunan ve bana bulaşık yıka demiş olan gizli kahramana da buradan tekrar teşekkür ederim...

çok değişik birşey yaptım
hayatımın bir önceki evresini kapattım sanırım
herşey bulaşıkları yıkarken oldu
nasıl anlatsam
**
biraz da amerika'dan dönmeme neden olan bir kişi vardı.
çok kırgın olduğum, affetmediğim
affedemediğim
aslında affetmediğimin kendim olduğunu da biliyordum
geldiğimden beri bir kere bile haberleşmemiştik
zaten evlendi, çocuğu oldu filan
bulaşık yıkarken aklıma düştü
sonrasında
ona mesaj attım
yahoo'dan chat ettik
havadan sudan
hayatımın o evresini sanırım ancak şimdi kapattım
ve herşey bulaşık yıkarken oldu
finally... I let it go...
**
ya garip bir ilişkimiz vardı
detaylar önemli değil
çok acı çektim ama artık hiç önemli değil
ne ona ne de kendime kızmıyorum
I let it go... becerdim bunu
bilemiyorum, benim açımdan bunu yapabilmiş olmanın büyüklüğünü anlatabiliyor muyum?
**
belim sızlıyor ama keyfim o kadar gıcır ki :)




Pazar, Şubat 15, 2009

Ev Alma Ev Arkadaşı Al (1)

5 yıl 8 aylık yurtdışı hayatımın ilk 2 yıl 3 ayını üniversite tarafından postdocların, yani doktora sonrası araştırmacıların da kalmasına izin verilen evlerde, sonraki 2 yılını yaşlılar için tasarlanıp inşa edilen, bir aşamada herkese açılınca üniversite kampüsüne yakınlığı sebebiyle daha çok doktora öğrencileri ve araştırmacılar tarafından istila edilen bir apartman kompleksinde, son 1 yıl 5 ayını ise kampüse 15km kadar uzakta yeni kurulmuş olan bir şehirde güzelce bir apartman dairesinde geçirdim. Profesyonel bir taşınıcı oldum diyebilirim ama konu taşınma değil, en azından bu günlük. Bu konaklamalarda aradaki iki yıllık süreç haricinde devamlı ev arkadaşlarım oldu, konumuz onlar...

Yurtdışına ilk gittiğimde Ankara'da tek başıma yaşadığım evi kapatmış gitmiştim. "Bu yaştan sonra bir ev arkadaşı mı, hayatta olmaz..." diye burnum havalarda ev bakınırken, 60m2 tek odalı eski bir apartman dairesine 900 dolar vermek yerine üniversitenin hiç de fena olmayan iki odalı öğrenci evlerinde bir ev arkadaşı ile 470 dolar vererek yaşayabileceğimi öğrendim. Ev arkadaşı fikri bir anda çok cazip geldi. Aile ile aynı şehirde okumanın yan etkisi olarak yurt veya ev arkadaşı gibi tecrübelerden yoksun büyümüş biri için, bunu da denemek lazım hayatta diyerek Irvine'a varışımdan 7 gün sonra, 7 Aralık 2001 tarihinde (ki yaş tam 28 oluyor) yeni bir maceraya yelken açtım.

İlk ev arkadaşım Minako diye bir hatundu. Japon asıllı amerikalı, baba japon, ama kadın Amerika'da doğup büyümüş. Gözler haricinde japonlukla bir alakası yok. Benden bir-iki yaş büyüktü sanırım. Birlikte yaşamaya başladığımızda yeni evlenmişti ve doktora tezini toparlamakla uğraşıyordu. Kocası iki saat mesafede çalışıyor ve yaşıyordu. Tabii o zaman bu bana çok garip gelmişti ama daha sonra Amerika'nın iki ayrı yakasında yaşayıp çalışan çiftleri görünce bunun onlar için çok normal birşey olduğunu gördüm.

Minako ile ilk tanışmamız onun çalıştığı laboratuvarda oldu. Oda için size öneri yapıldıktan sonra potansiyel ev arkadaşları görüşüp tanışıyorlar, karşılıklı bir mülakat yapıyorlar. İki tarafın da kabul etmeme şansı var. Yalnız olayı sündürmemek için en fazla üç öneriyi geri çevirme hakkınız var. Kendisi zaten yıllardır o evde yaşıyordu ve ev arkadaşı mezun olduğu için bana önerilen oda boşalmıştı. Bizim mülakat biraz da benim çömezliğimden tek taraflı geçti. O hayat tarzını, şartlarını anlatıyor, ben de he he deyip geçiyordum. Biran evvel kendime ait, başımı sokacak bir çatı bulma endişesi içinde şart şurt görecek halim yoktu zaten. Ev düzeni, temizlik vs gibi konularda konuştuktan sonra, Minako kedisinden, kocasının iki haftada bir gelip haftasonu kalacağından bahsetti. O ilk mülakattan aklımda kalan bir diğer konu ise barda tanıştığım erkekleri ilk geceden eve getirmeme şartı oldu. Evet, bu beni en zorlayan şart oldu sanırım (töbe töbe).

Sonuçta kediyi bir kere bile görmedim, kocası da 7-8 ayda toplam 7-8 kere ya geldi ya gelmedi. Sonradan iyi arkadaş olup uzun gece muhabbetleri yaptığımız zamanların birinde dönem ortası olduğu için zaten pek alternatif gelmediğini beni de atlatabilirse dönemin kalanın hepsini evde tek başına geçireceği için olayı yokuşa sürmeye çalıştığını açıkça ifade etti. Bir diğer numarası da ilk taşındığım haftanın sonunda evde çılgınlar gibi temizlik yapmak olmuştu. Her hafta sırayla temizlik yapacağımız için, bana standart koymaya çalışıyormuş aklı sıra. Ne yalan diyeyim, ben de bunu sonraki ev arkadaşlarımda uyguladım sonra.

Minako ile yaşadığım 7-8 aylık süreçte o doktora tezini yazmakla uğraştığı için vaktinin çoğunu kocasının evinde geçirdi. Ancak deney yapması gerektiği zamanlar kampüste kalıyordu. Birlikte çok olmasa da uzun ve eğlenceli muhabbetler yaptık. Başlarda inatla benim gibi açık kumral, ela gözlü birine "you arabs..." diye başlayan cümleler kurarak sorular sormaya çalıştıysa da zamanla türklerin, arapların ve iranlıların aynı olmadığını anlatabildim ona. Ülkeden ve dilden bağımsız, hatunlar olarak kıl-tüy muhabbeti yaptık. Tam ailelerimizden, korkularımızdan, hedeflerimizden konuşur hale gelmiştik ki tezini bitirdi ve kocasının yanına taşındı. Taşındıktan sonra sadece bir kere telefonla konuştuk. Ne yazıştık, ne haberleştik. Doğrusu pek de aklıma gelmedi, gelmiyor... Nerededir, ne yapar çok merak etmiyorum açıkçası. O kadar yer etmemiş bende demek ki. Onun da beni düşündüğünü sanmam. Belki arada bir "Çatlak bir Türk ev arkadaşım olmuştu bir ara, uykuluyken benimle Türkçe konuşurdu" diyordur o kadar.

Bugünlük bu kadar yeter. Serinin ikinci kısmında Minako'dan sonra 1.5 sene kadar yaşadığım Meiying'i, çinli ev arkadaşımı anlatırım size. Sağlıcakla kalınız...

Salı, Şubat 10, 2009

Blog Dinamikleri

Blog işine alışmaya çalıştığım bu günlerde yazdığım yazıların beni ne kadar ifade ettiğini sorgular buldum kendimi. Etrafta genelde neşeli ve olumlu bir insan olarak tanınmama rağmen yazdıklarıma bakınca bunu hiç yansıtamadığımı farkettim. Acaba bu, kendimi yanlış ifade ettiğimden mi yoksa aslında bu neşeli suratın arkasında aslında mutsuz ve kızgın biri olduğundan mı diye düşündüm. Sanırım ikisinden de biraz var. Daha işin çok başındayım ve öncelikle sadece kaşıntı yaratan konulara değinmiş olduğumdan yanlış tanınma paranoyası yapıyor olabilirim.

Sonuçta bu, şu gerçeği de öne çıkarıyor, sadece yazı yoluyla karşıdakini onun yansıttığı gözle ve onun istediği kadar tanıyabiliyorsunuz. Bu benim için çok yeni. Algılarımın bir çoğu çalışmaz durumda. Blog insanlarının ilişkileri alıştığımdan çok farklı temellere ve derin bir güven anlayışına dayanıyor sanırım. Öğrenmek ve anlamak için kendimi biraz daha rahat bırakmam ve bu aleme dalmam gerekiyor sanki...

Pazar, Şubat 08, 2009

Yaşamaya Üşenmek

Tutamıyorum kendimi. Nasıl tutayım? Ekranda benimle aynı yaşta bir kadın görüyorum. 8 sene savaşmış kanserle, herşeye rağmen gülümseyen bir yüzle. Ve yenik düşmüş sonunda. Ailesinden kansere kurban giden sekizinci kişi. Karadeniz uşakları ne de çok kurban verdi şu illete Çernobil sonrası... Çok kızgınım çok. Nur içinde yatsın hepsi…

Son yazısını okudum, Nazım’ın en sevdiğim şiirlerinden birini koymuş. Onbeş sene önce ofis duvarımda asılı olan hani, Yaşamaya Dair, işte o. Unutuyorum bazen nasıl yaşamam gerektiğini, nelerin önemli olduğunu hayatta. Aslında biliyorum bilmesine ne yapmalı ne etmeli ama basiretim mi bağlı ne... Büyük bir üşengeçlik çökmüş üzerime hayata karşı. Aramayı ertelediğim dostlarım, salonda açılmamış kolilerim, on aydır tamir ettirmediğim sifonum, iki haftadır doldurmadığım silecek suyu… Hepsinin ötesinde de düşmanmış gibi davrandığım bedenim. Bir gün bırakıverecek beni vakitsizce kendisini hiç umursamıyorum diye. İşin kötüsü, sonuna kadar haklı olacak. Kızacağım kendime bu konuda ama ona bile üşeniyorum şu anda…

Perşembe, Şubat 05, 2009

İletişimin D Hali

Yazı yazma çabalarımla ilgili ilk ve tek yorum fazla planlayıp yazmaya çalıştığım ve kendimi biraz daha bırakmam gerektiği yolundaydı. Buyrun o zaman. Saat ofis bilgisayarı zamanında 13:04. Öğle arasındayım, vaktim dar. Bakalım ne çıkacak.

Konumuz iletişimin halleri ile ilgili. Dün bir iş arkadaşım, ben ve arkadaşlarımın durduk yere olur olmaz birbirimize sarılmamızla ilgili olarak dalga geçti. Ah siz hatunlar edasıyla. İletişimin çeşitli halleri olduğunu düşünecek olursak ağırlıklı olarak sadece konuşma ve yazmayı kullanmaya şiddetle karşı çıkıyorum. Bakışmak, dokunmak, koklaşmak... Bunları da yeterince kullanmak lazım hayatta. Tabii konuşma ya da yazma kadar sıklıkla olması zor ama gün içinde sevdiğin bir insanın başını okşamanın, sarılıp sıcaklığını hissetmenin kıymeti büyük.

Bunun eksikliğini gavuristanda yaşadığım ilk senede derinden hissetmiştim. Yurtdışına gitmeden önce bulunduğum çalışma ortamlarında da daima sevdiğim insanlarla yakın olma, dokunma, kulaklarına parmak sokma şansım vardı. Oraya ilk gittiğimde bir anda dokunma yollu iletişim hatlarımın hemen hepsi kesiliverdi. Hele bir de yavuklu yoksa, başka bir insana dokunma ilk tanıştırılma anındaki bir tokalaşmanın ötesine gitmiyordu. Başta insan farketmiyor, bir gariplik var bu durumda ama ne. İşin kötüsü buna alışıyor da zamanla. Birbuçuk sene kadar sonra tatil için eve geldiğimde annem ablam bana sarıldığında bir garip hissettim kendimi, ne yapıyor bunlar yahu, elimi nereye koyuyordum ben şimdi. Zaman içinde gavuristan'da da kendime sarılacak, sıcaklığını hissedebileceğim dostlar buldum bulmasına ama memleketteki yoğunluğa hiç erişmedi bu.

O yüzden demem o ki, iyidir insana sarılmak, ya da birinin durduk yere gelip sana sarılması. Tutunacak dal, ya da bu durumda tutunacak insanlar olduğunu bilmek etrafında hayata biraz daha fazla katlanma gücü veriyor.

saat 13:15 vay be...
saat 13:19 hızlıca yazım hatalarını da düzelttim. hadi bakalım...

Pazar, Şubat 01, 2009

Yazmaya Başlamak

Genellikle iletişim konusunda kendimi başarılı sanırdım. Gelin görün ki birşeyler çiziktirmeyi denediğim bu günlerde yazma konusunda kendimi oldukça beceriksiz hissettim. Ne yazsam, nasıl yazsam? Acaba kendimi yazarak başlamak mı lazım dedim, kendimle ilgili olarak kafamdakileri dökmeye çalıştım. Ortaya çıktı ki en zorundan başlamışım meğer. Bir arkadaşımın dediğine geldim. Asıl maharet soruları, sorunları bulmakmış.

Yılların alışkanlığı, listeleme yoluna gittim. Beni tanımlayacak yanıtlar neleri ortaya koymalı diye düşününce ilk etapta elimde yedi maddelik bir taslak liste buldum:
hedeflerim, hayallerim, beklentilerim, korkularım, endişelerim, yeteneklerim, zayıf yönlerim. Eminim başlıkları çoğaltmak mümkün, ama bugün aklıma gelenler yedi etti. Sayı da afili. Evet, yedi olsun. Bunlardan son ikisi diğerlerinden farklı bir kategoride, diğerlerini destekleyen özelliklerim. Sanırım bu zamana kadar yeteneklerimin ve zayıf yönlerimin neler olduğunu ve bunları nasıl kullanıp kontrol edeceğimi, gerektiğinde örtbas edeceğimi üç aşağı beş yukarı öğrenmişim.

İlk beş maddeye bakınca, bunların bir kısmı ne kadar çakışıyor bir türlü karar veremiyorum. Yine de buna fazla takılmadan devam etmeye çalışayım. Sırayla mı gitsem? Yok, hayır. Burada kuralları ben koyarım. Kolayıma gidenden başlayacağım. Endişelerimin genelde gündelik olduğuna karar verip onları da bir kenara koyuyorum, kaldı dört başlık. Korkulara gelince, bu kolay... Sevdiğim üç-beş kişinin başına birşey gelmesi ya da mutsuz olmaları. Kendime ait bir korkum var mı? Başka gelmiyor aklıma. Sıra ilk üçe geldi...

- Hedefleriniz neler Sn. Portia?
- Bilmem, pek bir hedefim yok galiba. En azından kendi kendime koyduğum bir hedef yok. Ya başkalarının hedeflerine bulaşıyorum ya da başkaların bana koydukları hedeflere takılıyorum.
- Peki hayalleriniz?
- Sanırım bir hayalim de yok. Yaşayıp gidiyoruz öyle. Hayal, kırıklığı getirir; bulaşmamak en iyisi.
- Son soru, beklentiler?
- Sanırım başkalarından birşey beklememeyi öğretmişim kendime. Kendimden beklentilerime gelince sorumluluk duygusuyla kol kola girmiş dolanıyorlar etrafımda, onları da belirleyen ben miyim başkaları mı belli değil.

Hiç beğenmedim yazdıklarımı. Çok iç kapayıcı geliyor okuyunca. Aslında amaç bu değil. Sadece karar veremiyorum; hayallerimin, hedeflerimin olmayışı beni özgür mü kılıyor zavallı mı, bilemedim.


Çarşamba, Ocak 28, 2009

3 dakika

21 Kasım 1994, 16:30-17:00

- alo baba,
- söyle kızım.
- çıkışta beni alır mısın?
- keyifsizim kızım, midem tatsız. kendin gelsen.
- peki...

***
hala 21 Kasım, 21:00-21:30

tipik bir akşam evde. anne ve abla salonda televizyon karşısında. baba ve küçük kız kardeş, küçük televizyonu izlemek üzere yatak odasına şutlanmış, bu da tipik. genelde futbol maçı varsa durum bu. yok ama, o gün pazartesi. kız Gülşen abi izleyecek. çok sever.

baba keyifsiz. yatakta uyukluyor. kız babasının yanına uzanmış turuncu kafalı yardımcının salaklıklarını izleyip kıkırdıyor. yandan bir horultu... daha doğrusu hırıltı...

- babaaaa, horlama
- ...
- baba?
- ...
- baba, şaka mı yapıyorsun???
- ...
- anne, ANNEEE, babama birşey oluyor...
- annneeeeee

kırmızı.

***
hala 21 Kasım, 21:31

anne elinde bir ilaç, babanın ağzına koymaya çalışıyor.
yarı aralık gözler.
gözbebekleri nerede?
hırıltı.

mor.

***
hala 21 Kasım, 21:33

evde bir kalabalık.
karşı komşu, yan komşu -doktor olan.
hepsi dip odada.
dip odanın dibinde kız.
şaşkınlık, hıçkırıklar.

hareket yok.
- yapacak birşey yok.
- çıkmak istiyorum.

siyah.