Pazar, Kasım 28, 2010

Şaşkın’ın Seyir Defteri – II

(çevrimdışı yazılmış ancak eklenebilmiştir...)

Bu satırları havada yazıyorum. Delta ile ilgili bütün önyargılarıma rağmen çok rahat bir yolculuk geçiriyorum. Tamam, yemekler servis vs şahane değil ama o kısım kimin umurunda. Rahatlığımın sebebine gelince, önce uzun yol uçuşlarının kendi dinamiklerinden biraz bahsetmem lazım.

Düzenli olarak uzun yol uçan insanların ortak karakteristik özellikleri oluşuyor zamanla. Bunlardan biri binişin sonlarına doğru ortalığı kolaçan etme, uçağın doluluk durumuna göre özellikle boş yerler olması durumunda “boarding ended” dendiği anda bir kaba doldurulmuş büyük taneli şeylerin kabın sallanmasıyla yerleşmesi gibi kendi yerlerini bulmasıdır. İki-üç-iki’lik koltuk düzeninde üçlüğün bir başında idi yerim. Orta koltuk boş diye sevinirken üçlünün öteki başındaki hafif huzursuz genç (ayak sallama alışkanlığından yorumladığım) işareti alır almaza arkalarda boş olan ikiliye geçti. İçimi inanılmaz bir sevinç kapladı. Hemen ortadaki koltuğa geçtim. Bu da başka üçlüden birinin boş uca geçmemesini sağlamak için yapılmış bir taktik hareketiydi.

Oturduğu yerde uyuyamayan birisi olduğum için bunun benim için anlamı büyük. Yükselme bittiğinde hemen aradaki kollar kalkar, yüz koltuğa dönülüyken ayakkabı tabanları ara boşluğa dönecek şekilde bir ayağın üstü destek alınacak şekilde koltuğa yaslanır diğer ayak bilekten çapraz üste konur. Orta koltuğun kemerinin bir yarısı ile baş konan tarafın kemerinin tamamlayan yarısı genişçe bir halka oluşturacak şekide çarpaz olarak kalça üzerinden bağlanarak uyuma esnasında istenmeyen düşüşler engellenir. Bağlama işlemi mümkünse örtünün üzerinden yapılır ve böylelikle kabin görevlisinin türbülans durumuna kemerini bağlayın uyarısı yapmak için sizi uyandırmasının önüne geçilmiş olur.

Evet, yukarıdaki taktikle yaklaşık beş-altı saat uyumuş olduğum için keyfim yerinde. Uyanık olduğum zamanlarda da daha önceden başlamış olduğum “Kürk Mantolu Madonna” isimli kitabı bitirdim ve bir süredir okumayı istediğim “Türkan” kitabına başladım. Toplam onbirbuçuk saat sürecek ikinci etabın bitmesine tahminimce iki-ikibuçuk saat var. Sanırım biraz daha uyuyacağım.

Sağlıcakla kalınız...

Cuma, Kasım 26, 2010

Şaşkın'ın Seyir Defteri - 1

Üç yılı aşkın bir süreden sonra ilk Atlantik ötesi yolculuğum başladı bile. Herşey yolunda giderse ilk uçağa binişle son uçaktan iniş arası 19-20 saat arası birşey sürecek.

Hazırlık süreci eski acılı günlerimi hatırlattı. Yine 2-3 saat yarım yamalak bir uykuyla kendimi havalimanında buldum. Günün ilk sürprizi arada havayolu değiştireceğim ve acenta farklı gruplardan iki havayolu ayarladığı için İstanbul'da da iç hatlardan valiz alıp dışa hatlara taşıma durumu oldu. Ucuz etin yahnisi... Valizin boşken 4.5kg, kurum tanıtım malzemelerinin de 9.8kg çektiği düşünülecek olursa gülle misali bavulu oradan buraya iteklemenin pek de eğlenceli olmadığı aşikar.

Şu anda İş Bankası Louge'unun keyfini çıkarıyorum. Birazdan ikinci etap başlıyor. Sağlıcakla kalınız...

Pazar, Ekim 03, 2010

Çekiver Fişi...

Sabah sanal alemde gazeteleri karıştırırken o link senin bu link benim, kendimi işle ilgili stres kaynaklarını anlatan bir sayfada buldum: http://www.health.com/health/gallery/0,,20409593_1,00.html.

Genelde bildiğimiz, söylediğimiz ama üzerine pek birşey yapmadığımız ya da yapamadığımız etkenleri bir sunum formatında derlemişler. Birkaç yansıda değişik yüzdelerle kendimi bulduktan sonra özellikle "Tech Prisoner" (teknoloji mahkumu) başlığında kendimi daha fazla gördüm. Koydukları fotoğrafta görünen kablolarla bağlanmış muhtelif elektronik cihaz gündelik hayatımın en sıradan görüntüsü herhalde benim için.

Yazıda önce bir profil verilmiş, sonrasında çözüm önerilmiş:

The Profile: Thanks to the Blackberry, cell phone, and laptop your company so generously provided, your boss can now reach you 24/7. You're constantly (if virtually) connected to the office, and your work and personal life are indistinguishable.

Profil: İş yeriniz tarafından cömertlikle size verilmiş olan Blackberry, cep telefonu ve dizüstü bilgisayar sağolsun, artık patronunuz size 7 gün 24 saat ulaşabilir durumda. Sanal da olsa mütemadiyen ofise bağlısınız; iş ve özel hayatlarınız ayırt edilemeyen bir hal almış.

The Solution: ...To protect yourself from mental and physical strain, learn how to unplug (literally). Set aside blocks of time—between 9 p.m. and 8 a.m., say—when you turn your electronics off and focus on clearing your head.

Çözüm: ... Kendinizi zihinsel ve fiziksel gerilimlerden korumak için fişi çekmeyi (tam anlamıyla) öğrenmelisiniz. Bütün elektronik aletleri kapatıp kafanızı boşaltmaya yoğunlaşacağınız zaman dilimleri -örneğin akşam 9:00 sabah 8:00 arası- ayırmalısınız.

Evet efendim, "technostress" ile baş etmenin yolu neymiş, çekiverecekmişiz fişi. Budur...

Pazar, Eylül 12, 2010

Ertelemeler...

Dün akşam bir arkadaş bendeydi. Eski zerzevatı döktüm ortaya. Hobi günlerimden kalanlar. İncik boncuk, yünler, polimer çamurlar, kitaplar... Niye yapmıyorsun artık dedi. Ben de geniş bir vakit lazım, derleyip toplayıp başlamam için diye cevap verdim. Aşağıdaki şiiri hatırlattı bana. Daha da başka söze yok herhalde...

Sevgilerde / Behçet Necatigil

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz.)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz,
Çirkindi dar zamanlarda bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.

Çarşamba, Haziran 09, 2010

Arıza

Alıntı

Arıza: Bir Arıza'nın Anatomisi
Sinem Ersever

...

Varsayalım, biz çekirge gibi hoplayan fikirlerimizi zaptettik... 'Neden?' takıntımızdan da vazgeçtik... Bencilliğimizi de yenip kendimizi sevdiklerimize 'uydu' olarak atadık... Ruh halimizdeki çalkanmaları da kontrol etmeyi öğrendik... İp üzerinde bisiklete binerken, beş top çevirip, aynı anda ağzımızdan ateş çıkarmayı becerdik! Böyle bir düzeni sürdürebilir miyiz?

Tabii ki hayır! Çünkü Entropi Yasası, düzene oturmuş herşeyin bozulmasını emreder! Bu yasa, dünyada her şeyin düzenden düzensizliğe doğru hareket etmesidir. Ve dengeli halimizin 'kalıcı' olmasını engeller.

Bu, biz 'yazgısı engebelilerin' hayat döngüsüdür. Sistemli, dengeli ve uyumlu bir hayat kaderimizde yoktur.

En baştan kabullenmek gerekir: Bizler 'entropik' yani devinime mahkum insanlarız. İhtimallerle flört etmeden ve 'beklenmedikler'le oynaşmadan duramayız. Bizim dünyamızda, her şey düzenden düzensizliğe doğru, düzensiz bir şekilde ilerler. Kendimizle mesaili bir iş gibi cebelleşmek, aşk ve iş hayatımızı bozup bozup yeniden kurmak bizim entropik görevimizdir.

...

Cumartesi, Mayıs 29, 2010

Risk Analizi

Bu konu bir süredir aklımda ama kafamı toplayamıyordum. Hoş hala kafamı toparlayabilmiş değilim ama bir süre daha birşey yazmazsam hiç yazamayacağım sanırım. Bu arada sağ tarafa da bu konuya ilham olan şarkıyı koydum, aklınızda olsun (Candan Erçetin, Anlatma Sakın).

Konumuz elindekilere razı olmak ile daha fazlası için risklere atılmak arasında seçim yapmak. Kimimiz "iskeleye bağlı" dururken kimimiz farklı farklı nedenlerle hayatın farklı alanlarında açık denizlere "yelken açıyor". Bazı insanları bu iki kalıptan sadece birine oturtmak mümkün olsa da bir kişiyi tek bir başlıkta sınıflandırmak doğru olmayabilir. Mesleki alanda çeşitli riskleri göze alan biri duygusal olarak kendini limana demirlemeyi tercih ediyor belki de.

Bana gelince, düşündükçe mesleki açıdan farkında olmadan ne kadar çok risk almışım şimdiye kadar, ona şaşıyorum bugünlerde. Oysa kendimi genelde risk almaktan kaçınan biri olarak tanımlardım. Çalışmak için yurtdışına gitmiş olmam benim için çok doğalken şimdi bakıyorum da, aslında bayağı risk içeren bir durum. Bir değişik mücadele. İş bulmadan geri dönmeme ne demeli. Akademik hayatta pek de akla sığmayan birşey. Ve şimdiki durumum... Kabul ettiğim sorumluluklar, ne düşünüyordum acaba. Beni en çok dehşete düşüren bütün bu kararları alırken aslında ne kadar risk aldığımı farketmemiş olmam. Tabii ki bunlar düşünülmeden alınmış kararlar değil ama benim için risk misk hesaba katılmadan doğal olarak yapılmış seçimlerdi. Baştan beri açık denizlerin insanıymışım meğer.

Bu farkındalıktan sonra aklıma gelen soru: bu konuda değişebilir miyim ya da değişmeli miyim acaba? Fırtınalarla boğuşmaktan yorulmuş bir tekne iskeleye bağlanınca mutlu olabilir mi yoksa fırtınalar mıdır onu ayakta tutan?

Cumartesi, Mayıs 15, 2010

Bir Matematikçi, Bir Hanım, Bir Mimar

Banka yeni bir kredi kartı yollamış, platin miymiş neymiş. Sanırım daha az para harcamam gerekiyor. Kartı cüzdanıma yerleştirirken, içiçe geçmiş paralarla fişleri ayırayım dedim. Genelde paradan çok fiş var cüzdanda. Banknotları Atatürk resimleri aynı yere gelecek şekilde dizerken, her daim elimin altında oldukları halde arka yüzlerinde kimlerin olduğunu bilmediğimi farkettim. Bir tek onlukların üzerinde Cahit Arf'ın olduğunu hatırlıyordum. Elliliğin üzerinde Fatma Aliye ve yirmiliğin üzerinde Mimar Kemaleddin varmış, haberiniz olsun. Ne yalan diyeyim, son ikisi hakkında romancı ve mimar oldukları dışında pek bir şey bilmediğimi farkedince hemen google amcaya sordum.

Şimdi burada haklarında öğrendiklerimi anlatacak değilim, merak eden vikipedi'den bakar. Sadece beni etkileyen bilgilerden bir kaçı yazmak istediklerim.

Cahit Arf mesleki yakınlıktan dolayı zaten yabancı değildi bana. Ondan bir alıntı yapıp geçeceğim: "Matematik esas olarak sabır olayıdır. Belleyerek değil keşfederek anlamak gerekir."

Fatma Aliye'ye gelince, öncelikle böyle bir Türk kadını hakkında ne kadar az şey bildiğimi farkedince utandım. Ahmet Mithat'la birlikte ürettikleri "Hayal ve Hakikat" romanını bulup okumak istediğimi farkettim. Kadın karakterin ağzından çıkan kısımları Fatma Aliye, erkek karakterin ağzından çıkanları Ahmet Mithat yazmış. Çağının çok ötesinde "Bir Hanım" imiş kendisi. Zaten gerçek ilerleme ancak çağının ötesindeki insanlar sayesinde oluyor sanırım.

Mimar Kemaleddin'in ise yine bir alıntısını koyacağım sadece. Tam olarak ne zaman bunları söylemiş bilemiyorum ama 1927'de vefat etmiş. Öncesinde bir vakit demek ki. Aradan neredeyse 100 yıl geçmiş ve halimiz çok daha içler acısı:

"Zavallı İstanbul!...Son düşüş devrinde imâr adı altında ne câhilane, ne zafimâne yıkıma uğradı...Üçüncü Selim´den sonra, eski Türk sanatının incelik ve temizlikle millî ruh doğuran eserleri takdir edilmedi; batı tesiri altında batının bakış açışıyla kabalaşma başladı... Asırlar içinde gelişe gelişe yüzey süslemesinin en kıymetlı eserlerini üretmiş olan koca bir sanat birikimi çirkin görülmeye başlandı ve neticede millî sanatımızı yitirdik. Ziyân ettik, koruyamadık...Batının seri imâlatçıları karınlarını şişirdiler ama aklımız başımıza gelmedi...Hatta onların memleketimize döktüğü ruhsuz tek tip yapılar gözümüze güzel görünmeye başladı. Sonuçta bu surette iktidarsız ve câhil halde kaldık..."

not: Itri ve Yunus Emre, anlayan anlar...

Pazar, Mayıs 09, 2010

Parçalar...

Perşembe, Nisan 22, 2010

Dikenler

Bir türlü fırsat bulup da oturup konuşamadığım bir arkadaşla muhabbet ettik, dertleştik biraz. Bu iş yerinde benim eski hallerimi de bilir. Son zamanlarda yaşadığım bazı durumları, bende bıraktığı etkileri anlatınca üç kelime ile anlattı içinden geçtiğim süreci: Yaşadıkça artıyor dikenlerimiz. Budur.

Perşembe, Nisan 15, 2010

Geceden Notlar

Benim yeğen iki-üç yaşlarındayken gün içinde öğlen vakti gider evin perdelerini kaparmış. Perdeler kapanınca anne babası geliyor ya eve, bir ümit işte. Ben de uyumazsam yarın olmaz belki, bir ümit işte.

Perşembe, Mart 25, 2010

Pazar Keyfi

Ağırlıklı olarak mutsuz olduğum zamanları yazmaktan rahatsız olmuştum bir süre önce. Bu nedenle hiçbir şey yazasım da gelmiyordu. Geçen Pazar, uzun zamandan beri ilk defa baştan sona güzel, huzurlu bir gün geçirdim, yazmazsam haksızlık olur o güne diyerek arayı soğutmadan yazmaya karar verdim.

Pazar günleri benim evde temizlik var. Genelde yardımcım sabah 8:00-8:30 arası gelir, ben ona kapıyı açar geri yatar uyurum. Geçen hafta da farklı bir durum olmadı. Saat 10:00 gibi kalktığımda dışarıda o kadar güzel bir hava vardı ki kendimi evden dışarı atmak istedim. Açık havada kahvaltı, oh ne ala. Aradım üç beş arkadaşı, ulaşamadım kimseye. Yalnız başıma hayattan keyif alma konusu üzerine çalışmam gerek, o yüzden bu durumun beni caydırmasına izin vermedim. Evime yakın Bahçemiz diye bir yere gittim. Çok ahım şahım bir kahvaltıları yok ama mekanı seviyorum. Yol kenarı, gelene geçene bakıyorsun, ağaçlar, kuşlar. En çok da kuşlar mutlu etti beni. Bir kuş karşıma oturdu birlikte kahvaltı ettik. 15-16 senedir görmediğim bir arkadaşım, eşi ve yeni doğmuş çocukları geçti yoldan. Ayaküstü muhabbet ettik. Anlattım, gittim geldim diye. Manyak mısın niye döndün oralardan dedi, eskiden de patavatsızdı diye geçirdim içimden.

İkinci durağım ODTÜ tenis kortları oldu. Eski bir arkadaşla orada buluştuk, birlikte tenis de oynardık. Artık belim müsade etmiyor oynamama. Kortlarda olmak biraz hüzünlendirse de hala mutlu ediyor beni. 3-4 saat aynı masada oturduk, çay içtik, bulmaca çözdük, lak lak ettik. Sabahtan beni kıl eden olayı anlattım. Kendisi de 4-5 sene yurtdışında yaşamış dönmüş biri olarak bu konuda anlar beni. İnsanların bizim aylar belki yıllarca onlarca parametreyi içine koyarak aldığımız kararları otuz saniye içinde manyak mısın dönülür mü oradan şeklinde eleştirebilmelerini konuştuk. Sonra o biraz duvarda çalıştı, ben biraz daha takıldım.

Oradan çıkışta anneme gittim. Pazarları birkaç saat için de olsa ona uğramaya çalışıyorum. Bu aralar dizlerinden olması gereken ameliyatlardan dolayı daha da bir kırılgan. Oyalanıp kafası dağılıyor ben gidince. Babamın eski eşyaları arasından dürbün arama diye başladığımız dolap karıştırma macerası dürbün haricindeki herşeyin ortaya dökülmesi ile sonuçlandı. Anne tarafımdan dedemin Hayfa’da (Suriye) geçen çocukluk-gençlik yıllarında, 14 yaşında, tuttuğu küçük bir izcilik ajandasını verdi bana. 1921 yılına ait, yıpranmış. Mürekkeple dedem adını, boyunu, kilosunu, oymak adını yazmış ilk sayfasına latin harfleri ile. Eagle Troop’muş efendim dedemin oymağının adı. İngilizce olarak kampta dikkat edilmesi gerekenler, düğüm çeşitleri ve izcilikle ilgili diğer bilgiler geliyor önce. İki sayfada da eğitimlerin listesi var matbu halde, yanlarına dedem eliyle tamamladığı tarihleri yazmış. Sonrasında haftalık olarak ayrılmış ajanda kısmı başlıyor. Sayfalar o kadar kırılgan ki çevirmeye korkuyor insan. 1 Ocak gününde “I will be” yazmış, devamında başka birşey yok. Arada birkaç sayfada arapça harflerle birşeyler yazılmış ama çoğu boş.

İzcilik defterini bitirince annemin ilkokul, ortaokul karnelerini, birkaç desen çalışmasını, düğünlerinde gelmiş olan şerit şerit yapıştırılmış telgrafları, düğünde ve ablamın doğumunda dışarıdan gelen tebrik kartlarını inceledik, eğlendik. Sonrasında bana ve ablama ait birer çikolata kutusu çıktı ortaya. Benim göbek bağım, 3-4 yaşındayken yaptığım eciş bücüş resimler, makarnaları boyayarak anneme yapmış olduğum kolyeler, benim ilkokul ve ortaokul karnelerim, anadolu liseleri sınavlarına giriş belgelerim, sonuç gazeteleri, ve daha neler neler. Hem tozlandık hem eğlendik kurcalarken.

Oradan çıkışta eve gitmeden önce bir de ablama uğrayayım dedim. Arayı açınca yeğenden sitem yiyorum. Zaten şehir dışında olacağım için okuma bayramını kaçıracağım, biraz kırgın bana. Ben ablamlara vardığımda banyodan çıkmış saçının kurutulmasını bekliyordu küçükhanım. Annesi saçını tarayıp düzeltirken biz de biraz laklak ettik. Annemden aldığım ön istihbarat doğrultusunda, eh anlat bakayım okulda neler yapıyorsun, arkadaşların kim diyerek lafa giriş yaptım. Sevgili Naz arkadaşından bahsetti, anaokulundan beri kankası. Sınıftan kim var deyince hiç naz yapmadan Ozan var, çok seviyorum o benim erkek arkadaşım diye patlattı bombayı. Başta Naz’a Ozan’a söylememesi için çok ağlamış, Naz gitmiş Ozan’a söylemiş, ama zaten Ozan da bizimkini seviyormuş efendim. Bu noktada ablam hemen devreye girip babamızın bu durumdan çok da memnun olmadığı durumunu hatırlattı, bu yaşta erkek arkadaş da neymiş diyerek. Eh babanın da işi zor, daha kızı yedi yaşında erkek arkadaşım bu diyerek ortalıkta geziyorsa sen bunu 14-15 yaşında düşün artık. Onun da hayatı zor tabii. Neyse, ne diyordum. Onlar akşam yemeğine oturunca ben de kalktım.

Eskişehir yolundan eve giderken yolumun üzeri sayılabilecek bir arkadaşı aradım. Çok uzun bir mazimiz yok ama bu aralar sıkıntılı dönemler geçiriyor, biliyorum. Hadi bana kahve yap geliyorum dedim. Bir iki saat de onunla muhabbet ettikten sonra günün yorgunluğunu atmak üzere nihayet eve doğru yollandım. Eve geldiğimde saat daha onbuçuktu

Herhalde uzun zamandan beridir hiç bu kadar keyifli ve huzurlu bir oniki saat geçirmemiştim, sadece kendim için, işi gücü onu bunu düşünmeden. Hava o kadar güzel olmasaydı ya da evde temizlik olmasaydı sabahtan evden kendimi dışarı atar mıydım bilmiyorum. O kadar da zor değil bunları yapmak ama olmuyor işte. Kim bilir belki daha sık yapmayı becerebilirim bundan sonra.

Cumartesi, Şubat 27, 2010

Yorumsuz

- Bankanın web sayfasına git
- İnternet şubesini çalıştır
- Müşteri numarasını gir (biiiir)
- Parolayı yaz (ikiiii)
- Kişisel güvenlik mesajının altındaki kişisel doğrulama sorusunu cevapla (üüüüç)
- Cep telefonu şifresini gir (dööört)
- CepAnahtar uygulamasını çalıştır
- Şifre üreti seç
- Anahtar kodunu gir (beeeeş)
- Tek kullanımlık şifreyi zamanı geçirmeden bankanın giriş ekranına gir (altıııı)
- Ayda bir güncellediğin şifreni gir (yediiii)

Kedi ciğere ulaşana kadar çatladı.

Perşembe, Şubat 25, 2010

Kuşlar

Cemal'in kuşları ...
... benim kuşlarım.

Perşembe, Şubat 18, 2010

Olur Olmaz

Vatana döndüğümden beri birçok kişi iş ortamlarında nasıl farklar olduğunu sorar durur. Genelde planlama ve olaya profesyonel yaklaşımdaki farklardan bahsederim. Şu son bir haftayı bir diğer çarpıcı farkı yaşayarak geçirdim. Yurtdışında bir iş yaptıracağınız zaman gider ilgili insana işinizi tarif edersiniz, o da size bu işin olurunu anlatır, çözüm bulmaya çalışır. Canım memleketimde ise, işin muhatabı size genelde o işin nasıl olmayacağını anlatarak başlar. Yurtdışında ortaklarınız sizin işinizi çözmek ve kolaylaştırmak için uğraşırken burada işin olurunu bulmak için sizin devamlı bir mücadele vermeniz gerekir.

Bir grup insan da baştan olmazını anlatır ki iş olmadığında size ben baştan dedim diyebilsinler. Bunlar sürecin tamamen dışından izleyici konumunda olan kişiler de olabilir. İnat edip siz bir şekilde bir çözüm ürettiğinizde de valla olmuş, elinize sağlık demek yerine çözümdeki aksaklıkları bulmaya çalışır, ama bu böyle böyle olmamış ki derler. İşin yapılmış olması o kadar kıymetsiz olmalı ki mutluluğu paylaşmak yerine zorlama bir aşağılama sürecine girerler. Laf edince de işi şakaya vurmaya çalışabilirler.

Evet, yazdıklarımdan anlaşılabileceği üzere ufak bir cinnet geçirdim bugün. Zamana karşı yetiştirdiğimiz bir işi, birçok kişiyle envai çeşit mücadele vererek işyeri ortalamasından çok daha kısa bir sürede ve vakitlice halletmiş olmanın mutluluğunu yaşamaya başlayacağım dakikalarda bana çok da yakın olan bir kişinin abuk sabuk bir iki lafıyla bir kaç sigorta attı kafamda. Kötü niyet yoktu belki, sonra gelip gönlümü almaya çalıştı ama heves kırıldı bir kere.

İşi yapmaktan daha çok çabayı bu tip motivasyon kırıcı yaklaşıma direnmekle harcıyor olmak yıpratıyor beni. Yine de pes etmeye niyetim yok. Biz elimizden geleni yaparız, birşeyler olur olmaz, yetişir yetişmez ne ala; ama yeterince çaba harcadığımıza emin olmadan bir işin peşini bırakmak yok. Budur.

Çarşamba, Şubat 17, 2010

Seçmeli mi Seçmemeli mi

William Claude Dukenfield, nam-ı diğer W C Fields’in “I never vote for anyone; I always vote against.” lafına denk geldim bugün. Yani adamın aslında seçmek istediği kimse yok, karşı olduklarını eleyince kalan neyse o. Ehven-i şer durumu.

Fields amca kişilere oy vermek üzerinden gitmiş ama hayattaki diğer seçimlerimizdeki durum ne acaba. Mesela meslek ve iş seçiminde kaçımız “evet ben bunu yapmak istiyorum” diyerek bir işe başlıyor kaçımız elemelerden sonra elimizde kalanla hayatına devam ediyor.


Alternatiflerin hepsinin artıları ve eksileri olacağı kesin. Seçim yaparken bunları yanyana koyup karşılaştırıp karar vermek en sık kullanılan yaklaşımlardan biri herhalde. Yine de benim için nedense bu karşılaştırma listeleri bir noktada şişiyor. Bu durum, duyguları kurmaya çalıştığım analitik modele oturtmayı beceremememden kaynaklanıyor. Hah, sanırım yazdıkça tersten de olsa asıl soruna doğru ulaşacağım. Belki de sorun seçimlerimi analitik bir modele oturtmaya çalışmamdan kaynaklanıyor. Bütün parametreleri ve koşulları doğru olarak modele dahil edemiyorsam modelin verdiği sonuç sistemin kendisi ile yani kendimle çelişiyor. Nafile bir çaba
.

Lafı uzatmadan, eski bir dostun kararsız kalınan ikili seçimlerle ilgili izlediği bir yolu anlatayım kaçayım. Karar veremiyorsan yazı tura atacaksın, sonuca itiraz etmiyorsan ne ala, mızıkçılık edesin varsa zaten ötekini istediğini anlayıp karar değiştirirsin olur biter.

Pazar, Şubat 07, 2010

Solitary

Önce sözlük anlamı ile başlayalım, seslisözlük'teki karşılıkları özetleyecek olursak: yalnız, yalnız yaşayan, ıssız, tek, münferit, tek başına vs gibi anlamları mevcut bu kelimenin. Asıl konu ise FX'te yeni başlayan bir yarışma olan "Solitary". İlk bölümünü izledikten sonra yarışma ve yarışmacı yerine deney ve denek kelimeleri bana daha uygun geliyor.

Dokuz yarışmacı dokuz ayrı küçük odaya konmuş. Sanırım odalar sekizgen ve oldukça sade. Arkalarına kameraların yerleştirildiği büyük aynalar haricinde ilk bakışta göze çarpanlar biri kırmızı biri yeşil iki büyükçe düğme, küçük bir kapı ve aynaların birinin üzerindeki bir ekran. Kendisini Val diye tanıtan bir dijital ses yarışmacıların doğrudan iletişim kurdukları tek kişi ve bu ekran aracılığı ile görsel bilgiler de iletiyor. Yarışmacılar birbirlerini hiç görmüyor ve duymuyor. Her odada duvara kocaman oda numarası yazılmış ve kişilere hitap edilirken bu numaralar kullanılıyor, artık başka isimleri yok. Yanlarında üç eşya getirmelerine izin verilmiş ama onlar da henüz kendilerine verilmemiş. İlerleyen aşamalarda belli koşullarda verilip verilmemesi yine Val'in kontrolünde.

Amaç bu odada en uzun süre dayanmak. İşi zorlaştıran diğer bir faktör yarışmacıların aşmaları gereken çeşitli fiziksel ve ruhsal zorluklarla mücadele etmek zorunda olmaları. Kendilerini neyin beklediğini ve diğer yarışmacıların ne aşamada olduklarını bilmiyorlar.

İzlediğim tek bölümden anladığım, her bölümde iki aşama olacağı yönünde. Birinci aşama daha ruhsal ve karakter testi tadında. İlk bölümde bütün yarışmacılara diğer yarışmacıların meslekleri ve yanında getirdikleri üç eşyanın ne olduğu açıklanıyor. Sonrasında hepsine, diğer yarışmacıların ellerindeki eşyaların o kişiden alınmasını isteme hakkı veriliyor. Dört yarışmacı diğerlerinden hiç birşeyin alınmasını istemediklerini söylüyor. Başka dört yarışmacı eşya bazında seçme yaparken bir yarışmacı diğer yarışmacılardaki herşeyin alınmasını istiyor. Aslında kimsenin eşyasını alınmıyor ama amaç yaklaşımlarını görmek. Herkesten herşeyin alınmasını isteyen tek kişinin kendi üç eşyasından birinin İncil olması çok ilginç.

İkinci aşama daha fiziksel bir işkence. Öncelikle bu aşamada Solitary odasına girdikleri andan itibaren 48 saat geçmiş olduğunu ve bu süre içinde deneklere (evet, artık denek diyeceğim) sadece 2 saat uyumaları için izin verilmiş olduğunu söyleyeyim. Bu süre zarfında sıcaklık gittikçe düşürülüyor. Duvarda öne çekilerek bir raf açılıyor ve üzerinde şifre girmek için kullanılacak bir tuştakımı görüyorlar. Val kendilerine 2 basamaklı bir şifre söylüyor. Daha sonra başka bir duvardan otomatik olarak sürgülü bir yatak çıkıyor. Val deneklere uyuyabileceklerini, ancak ışıklı ve sesli alarm başladığında kalkmaları ve tuştakımına kendilerine verilen şifreyi girerek alarmı kapatmaları gerektiğini söylüyor. Belli bir süre içerisinde şifre girilmezse alarmlar bir daha kapanmıyor. Herkes biraz da olsa dinlenebileceğini umarak yatağa giriyor ve kısa bir süre sonra alarmlar başlıyor. Bir kişi hariç herkes kalkıp şifreyi giriyor. O tek kişi şifreyi girmemeyi ve devamlı çalan alarmlarla devam etmeyi denemeyi tercih ediyor. Daha sonra belirli aralıklarla bu süreç karmaşıklaşan şifre ile devam ediyor. Arada yatak geri duvara giriyor ve denekler yerde uyumaya çalışıyorlar. Dayanamayan kişi elenme ihtimalini göze alarak kırmızı büyük düğmeye basarak bu işkenceye son verebiliyor. Sadece kırmızı düğmeye ilk basan yarışmacı eleniyor, diğerleri kırmızı düğmeye basmış olsalar bile yarışmaya devam edebiliyorlar. Bu arada herhangi bir yarışmacı kırmızı düğmeye basmış olsa bile işkence bir süre daha devam ediyor. Üç dört saat kadar sonra iki yarışmacı dayanamıyor ve ilk basan küçük kapıdan odayı terk ediyor.

Dediğim gibi yarışmanın daha ilk bölümü yayınlandı. Yarışma izlediğim diğer yabancı kaynaklı birçok yarışmadan farklı. Sonuçta para ödülü olmasına rağmen yarışmacıların çoğu kendi sınırlarını görmek ve kendilerine birşeyleri ispatlamak için bu yarışmaya girdiklerini söylüyor. Hayatın kendisinde bizi zorlayan ve aşmamız gereken o kadar zorluk varken onlar yerine bu tip yollarla sınırları anlamaya çalışmak bana biraz kaçış gibi geliyor. Ha, dobra dobra para kazanmak için girdim de ciğerimi ye. Merak ettim, yapabilir miyim deniyeyim ya da eğleneyim istedim, o da tamam.

Aslında bu tip bir yarışma düşük maaliyetli olması sebebiyle televizyonculuk açısından altın yumurtlayan bir tavuk ama sınırların nerede çizileceği konusu muallak. Ed TV filmini izlediyseniz genelde katılımcılar farkında olmadan çok geniş kapsamlı ve yapımcının kendini inanılmaz maddelerle koruduğu sözleşmelere imza atıyorlar. Sonrasında envai çeşit yaptırımla karşılaşıyorlar.

Konuyu nereye bağlayacağımı soracak olursanız, yok öyle bağlanacak bir nokta. Sadece son zamanlarda bu kadar çok yarışmanın ortaya çıkması ve katılımcılar tarafından bu kadar talep görmesi ilgimi çekiyor. Sanırım maddi sıkıntılardan dolayı insanlar bunu alternatif para kapısı olarak görüyor. Bakalım bu çılgınlıkların sonu nereye varacak.

Perşembe, Şubat 04, 2010

Reklamlar

Uzun süredir ekrandaki sigorta reklamlarına gıcık oluyorum. Özellikle içinde şahlanan atların olduğu ya da bölünmüş beyin odacıklarından insanların fırladıklarına. Biraz önce yeni bir sigorta reklamı izledim, daha önce görmemiştim ve ne reklamı olduğunu bilmiyordum. Ev anahtarları bir kadının elinden kayıp gidiyor, düşünce yerde cam gibi tuzla buz oluyor. Daha sonra başka başka insanların elinden bir röntgen filminin, bir araba plakasının, bir işyerinde (sanırım) üretilmiş bir gömleğin başına aynı şeyin gelişini görüyoruz. Ev, sağlık, araba, işyeri... Son sahnede küçük bir kızın elinden hayat bilgisi kitabı düşüyor, birşey olmuyor. Slogan cümleye gelmeden sigorta reklamı olduğu ince, zarif bir şekilde ifade edilmişti. Aksigorta reklamıymış.

Elden kayıp giden şeyleri düşündükçe acaba başka neler sigortalanabilir bu hayatta düşündüm. Hani sporcular vücutlarını sigortalatıyorlar ya. Mesela aklımızı ya da umutlarımızı... Tabii ki mevcut sigorta sistemleri maddi değerler üzerinden yürüyor ama sigortalanacak şeye göre bunu değiştirebiliriz (kuralları ben koyuyorum, uçuşa geçiyorum). Bundan on sene önce hayallerimin ya da enerjimin yüzde bilmem kaçını kullanarak ilgili sigortaları ya da başka bir yatırımı yapmış olsaydım bugünlerdeki kıtlık döneminde kullanırdım, fena mı olurdu?

Salı, Şubat 02, 2010

Hava ve Ben

Dışarıda şakır şakır yağmur yağıyor, gökyüzü içini döküyor sanki. Arada rüzgar hızlanıyor, uğultular yükseliyor, fırtına kopuyor. Sonra bir anda sakinleşiyor, damlalar seyreliyor, bir sonraki fırtınayı bekliyor. Bütün yükünü dökene kadar, içini boşaltıp huzur bulana kadar bu devam edecek. Kim bilir belki sabah hava açık, ortalık yıkanmış olur. Geceden sadece damlalar ve suya doymuş toprak kokusu kalır.

Perşembe, Ocak 21, 2010

Hüzün

Ne yaparsam yapayım gitmeyen bir hüzün var içimde. Kendimi kimi zaman işle kimi zaman sosyal aktivitelerle oyalayıp derinlere itmeye çalışsam da, ne yaparsam yapayım orada, içimde... Hüznü derinlere itmeyi başarıp yüzeye çıkmasına engel olmak kökten yok etmeye alternatif değil elbet ama yok etmeye gücü yoksa insanın, ya da bilemiyorsa nasıl yokedeceğini, geçici çözümlerle idare etmeye çalışmak saçma mı?

O kadar uzun zamandır benimle ki bu hüzün, kanıksadım sanki varlığını. Onu atmaya çalışmak kendimi atmaya çalışmak gibi birşey, bir şekilde özdeşleşmiş benimle, ele geçirmiş beni. Belki de bu yüzden artık içimden atmaya tenezzül etmiyorum, sadece gizliyorum. Ya da önceki mağlubiyetlerden yorulduğum için vazgeçtim bu duruma çözüm bulmaya çalışmaktan. Kendini tekrarlayan bir süreç: çabalama, sanal bir zafer süreci, sonrasında daha da yoğun bir sıkıntı...

Rahat batıyor sana diyor bazı arkadaşlar. Doğru, hayati sıkıntılarım hiç bir zaman olmadı. Maddi dertlerim yok, mesleki olarak fena sayılmam, beni seven destek olan ailem, dostlarım var. Yine de her akşam eve geldiğimde bana eşlik eden bu hüzün kalıyor sadece hepsinden geriye. Gel de bunu anlatmaya çalış onlara. Yapabildiğim tek şey bu durumla yaşamak. Dedim ya, alışmak üzereyim de, bu da korkutuyor beni...

Pazar, Ocak 17, 2010

Kar, Dernek, Hafıza, 5 Şubat, Tembellik ve Uyku

Rüyamda kar yağdığını gördüm dün gece. Düzeltme, kar yağarken değil de yağmış, her taraf bembeyazdı. Sıkıldım bu gri havalardan. Güneşten vazgeçtim ama bari kar yağsa da biraz aydınlık gelse.

Dün akşam uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarla derneğin yıllık yemeğinde görüştüm. Güzeldi. 10 senedir görmediğim insanları gördüm, isimleri hatırlamakta zorluk çektim. Biraz sitem ettiler, nerelerdesin diye, kızmadan ama. Araya giren onca zamana mesafeye rağmen hala bana verdikleri değeri, sıcaklıklarını hissettim, sevindim. Havadisleri aldım, şaşırdım.

Bu aralar yine şaşkınlık ve unutkanlıkta rakip tanımıyorum. Mesela, dün mutfaktan oturma odasına birşey almaya doğru koridora çıktım. Koridorda ilerlerken yahu ben niye oturma odasına gidiyordum diye düşünmeye başladım. Varınca hatırlarım diye devam ettim (koridor yüz kilometre ya). Oturma odasına vardığımda hala niye gittiğimi hatırlayamamıştım. Alakasız birşeyleri aldım, mutfağa geri döndüm. Mutfağa varınca neyi alacağımı hatırladım, ama zaten baştan beri onun zaten mutfakta olduğunu gördüm. Önceki gün de ofiste iş çıkışı yine yaptım yapacağımı. Arkadaşla yemeğe gideceğiz, iş yerinden çıkarken kapıda kart okutuyoruz. Tam bariyere yaklaştık, ben kartı bulamadım. Karıştırdım çantayı, yok. Hay allah, ofiste unuttum dedim. Yorgun olduğum için gözlerimi kırpıştırarak arkadaşa baktım. Tamam tamam ben alırım dedi, 2. kattaki ofisime çıktı. Aşağıdan ofisin camını görebiliyorum, 10 dakika kadar bulmaya çalıştı, telefon etti, yok yahu dedi. Bir de inat ettim, iyi bak dedim. Sonra bari ben de çantama bir daha bakayım dedim. Tabii ki çantadamdaydı. Utandım.

5 Şubat'a gıcığım. Hem proje dönem raporu hem de yeni hazırlamakta olduğumuz bir projenin başvuru dosyasının hazırlanması için son gün olduğu yetmezmiş gibi bildiri göndermeyi planladığımız bir bilimsel konferansın gönderme için son tarihi de 5 Şubat'a ertelenmiş. Yuh dedim.

Eve geldiğim zaman inanılmaz bir üşengeçlik çöküyor üzerime. 4-5 gün önce kumandayı yere düşürüp bir de yanlışlıkla ayağımla tepikleyince koltuğun altına, dibe doğru gitti. Çıkarmaya üşendiğim için günlerdir televizyonu fişten açıp kapıyorum. Neyse ki bugün yardımcım geldi de çıkardı kumandayı.

Efendim, aslında şu anda raporlara bakmam, verdiğim dersle ilgili sınav okumam, ödevleri notlandırmam, final sorularını hazırlamam filan gerekiyor. Her zamanki gibi iş listem belli bir uzunluğu geçince listede olmayan herşeyle uğraşmakla meşgulüm. Sanırım en iyisi biraz daha uyuklamak. Bu havada yapılacak en mantıklı şey bu, evet evet uyuklayayım ben...

Pazar, Ocak 10, 2010

Durum

Zamana müdahale edemeyeceğimi kabullendim, ama bu aralar hayatı biraz yavaşlatabilsem çok iyi olacak...

Pazar, Ocak 03, 2010

Yoruldum...

Anlamsızlıktan,
hedeflerimi yitirmiş olmaktan,
önüme yığılmış sorumluluklardan,
ağrılardan, sızılardan,
pazar akşamlarından,
iyiymiş gibi davranmaya çalışmaktan,
market alışverişi yapmaktan,
kapalı havalardan,
uyuyamamaktan,
uyanamamaktan,
insanlardan,
yalnızlıktan,
anlamsızlıktan.