Salı, Mart 31, 2009

Umut

Bu aralar Şevval Sam'ın Kibritçi Kız şarkısı kafamın içinde çalıp duruyor. Özellikle de ilk kısımları. Buyrun...

Nereye kadar sadaka,
nereye kadar bu dilencilik?
Ben kimin neyim,
nereye bu yolculuk?

Derin bir üzüntü bu,
geçmeyecek gibi...
Yaraya tuz basmak,
nefessiz kalmak,
ağrıya yatmak gibi...
Derin bir üzüntü bu,
ölüm çaresizliği gibi,
imkansızı umutsuzca
bilerek beklemek gibi...

(devamı da var esasen ama canım bu sefer cımbızlamak istedi)

Pazartesi, Mart 23, 2009

Üç Boyutlu Bulmacalar

Yıllardır işim gereği üç boyutlu geometriler ile uğraşır dururum. Hatta şu sıralar çalıştığım proje, cisimlerin fotoğraflarını kullanarak üç boyutlu modelini oluşturmak üzerine. Yeterince üç boyutlu problemim yokmuş gibi geçenlerde beş tane üç boyutlu bulmaca aldım. Metaller, ipler, tahtalar bir şekilde birleştirilmişler. Çözüm genelde iç içe geçmiş iki parçayı birbirinden ayırmayı gerektiriyor. Tabii iş ikiye ayırmakla bitmiyor, onları geri birleştirebilmek de ayrı bir maharet.

Belli bir strateji geliştirmeden çözmeye çalışmak genelde pek işe yaramıyor, tesadüfi çözümler olmuyor. Hoş stratejilerin de şişmesi oldukça mümkün. Önce parçaları iyi analiz etmek gerekiyor. Parçaların farklı özelliklerini ve bu özelliklerin nasıl kullanılabileceğini anlamak önemli. Mesela bir ip varsa onun bükülebilirliğini, metal bir zincir varsa en ince noktasını bilmek lazım. Bazen çözüme giden yolu bulduğunu sanıyor insan, ilerliyor ilerliyor, ama hiç beklemediği bir anda tıkanıveriyor. Daha kötüsü başladığından da karmaşık bir halde buluveriyor kendini. Bir de başlangıç noktasına dönmek için bir çaba harcamak gerekiyor.

Biraz kurcalayınca görünen o ki bütün yukarıdakilerin yanında en önemli unsur sabır. Sabırsız davranınca işler iyice karışıyor, çözümü gittikçe uzaklaştırıyor. Tam bir çıkmaz sokak. Bulmacaların hiçbirini henüz çözemedim, biraz deneyip bıraktım. Sabır, vakit gerektiriyor. Neyse ki hayatımda sonuçlanmayı bekleyen onca işin aksine, konu bulmaca çözmek olunca bir zorunluluk yok. İnsan gönül rahatlığıyla atıyor bir kenara, hatta hiç çözmemeyi seçebiliyor.

Salı, Mart 17, 2009

Yola Çıkmak

Sabah erkenden çıkmalı yola. Varılacak yer uzak olduğundan değil, aslında hedef yok henüz ortada. Alışkanlıktan herhalde, evet erken çıkmalı. Birkaç parça attın mı çantaya iş tamam. Nasılsa dağa çıkmıyoruz ya, eksik gedik olursa sağdan soldan tedarik edilir. Plan yalnız çıkmak değildi yola, ama madem böyle gerekti yine de gitmek lazım.

Arabada müzik önemli. Biraz neşeli, biraz hüzünlü. Yol uzun, her ruh haline uygun birşeyler bulundurmalı; şarkıları kimi zaman bağıra çağıra söylemek, kimi zaman da bir iki göz yaşıyla mırıldanmak...

Eskiden olsa yolculuklar daha farklı olurdu, cümbür cemaat. Haftalar öncesinden başlardı hazırlık. Ayla hanım herkesin listesini hazırlardı. Kaç don, kaç çorap gittiği bilinsin, dönerken sayım yapılacak. Bunca hazırlığa rağmen yazlık anahtarı unutulur mu, unutulur; yanlışlıkla çöp torbası da bagaja konur mu, konur. Arabalar da konforlu değildi bugünkü gibi. Yine de krem rengi şahin, portbagajı ile göreve hazır olurdu geceden. O zamanlar bir de yolculuk kokusu olurdu arabaların, siner arabaya iki üç gün geçmezdi. Arka koltuktaki hayali sınır, sen geçtin hayır geçmedim, çek ayağını, anne birşey söyle ablama.

Artık sayım farklı: cüzdan, cep telefonu, anahtarlık. Burda, burda, ... , nerde?? Demek anahtar unutmak aileden kalan bir alışkanlık. Arama, tarama, on dakikalık rötar. Kimin umurunda, nasılsa bekleyen yok.

Ve nihayet tekerler dönmeye başlıyor. Gidilecek yön belli değil, bir vuruldu mu yola araba bulur yönünü belki. Sabah uyku açmak için hareketli parçalar uygundur: hayat zorlaşınca, çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca..... o zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz...

Eskiden yollar da böyle değildi. Şimdi çok daha düzgün, geniş. Arabanın rahatıyla birleşince daha keyifli olması gerekmez mi yolculukların? Konfor var ama keyiften eser yok. Bütün bu kolaylıklar kafanın içinde cirit atan düşünceleri azaltmıyor ne de olsa. Dertleri tasaları da paketleyip yanına aldıktan sonra ne anlamı kaldı yola çıkmanın. Yine de bile bile çıkıyor insan yollara, bir umut içinde. Belki yeterince hızlı gidersek ve tasalar bu hıza ayak uyduramazlarsa kafadan kalpten fırlayıp geride kalıverirler. I ıh olmuyor.

Saatler geçiyor, zaruri çiş-yemek molaları derken manzara tanıdık gelmeye başlıyor. Sanki buradan daha önce geçmiştik. Saatler geçiyor, manzara değişmiyor. Araba yolunu bulur belki diye yola çıkmak yaramıyor, tek yaptığı halkalar çizmek merkez etrafında, kontrol kimde belli değil. Kestirmek için arka koltuğa geçiyorum, araba kendi kendine gitmeye devam ediyor… Demek ki kontrol bende değilmiş. Kestirme, derin bir uykuya dönüyor. Kaç saat geçmiş belli değil, yavaş yavaş uyanıyorum, araba eve dönmüş. İnsan kaçamıyor kendinden. Sayım yapıyorum, cüzdan, cep telefonu, anahtarlık. Alıp çantamı yavaş yavaş çıkıyorum merdivenleri. Bir bardak su içip yatıyorum.



Pazar, Mart 15, 2009

Ev Alma Ev Arkadaşı Al (2)

Bu serinin önceki yazısında, ilk ev arkadaşım Minako'dan bahsetmiştim. Minako doktorasını bitirip evden çıktıktan sonra oda bir süre boş kaldı. Tabii giderken sahibi olduğu bütün salon mobilyalarını götürünce evin yüzde yetmişi boşalmış oldu. Kendi odamda kurduğum düzenden memnun olduğum için bir süre eşya almadım. Sonradan arkadaşlardan aldığım bir iki eşya ile ev birşeye benzemeye başladı. Bir de televizyon alınca tüm ihtiyaçlarım tamamlanmış oldu. Tam o sıralarda yeni ev arkadaşım Meiying geldi. Birlikte yaşamaya başladığımızda Meiying Çin'den geleli bir sene kadar olmuştu.

Bu arada diğer odanın boş kalması benim çabamla olmadı. Yeni ve daha ucuz öğrenci evlerinin yapılmış olması benim kaldığım yere talebi düşürmüştü. Meiying öğrenci değildi ve bir öğrenci ile anlaşma yapıp onun üzerinden evi tutmuştu. Bu öğrenci evlerinde sıklıkla yapılıyor (sublease) ve aslında kurallara aykırı. Bizim sitedeki evler bir süredir boş olduğu için ofistekiler de fazla umursamıyorlardı sanırım.

Meiying benden 8-9 yaş büyük bir hatundu. Biyoloji bölümünde bir laboratuarda teknisyen olarak çalışıyordu. İngilizcesinin yetersizliği nedeniyle başlarda iletişimde oldukça problem çektik. Sonlara doğru bile dediklerimin ne kadarını gerçekten anlıyor ne kadarını ye ye ye diyerek geçiştiriyordu, hiç emin olamadım. Bu iletişim nedeniyle ara ara kendi labında da problem yaşıyor ve bu konuda çok dertleniyordu.

Meiying'le yaşamak çeşitli nedenlerden dolayı beni başlarda çok zorladı. İlk ev arkadaşım genelde kocasının evinde kaldığı için pratikte yine yalnız yaşıyor gibiydim. Ama Meiying... Hep evdeydi. Sabahlar evden benden daha önce çıkardı ama ben de uyanır uyanmaz duş alıp evden fırladığım için evin tadını çıkaramazdım. Akşamları benden önce eve gelir ve çok nadir evden çıkardı. Cumartesi sabahları alışverişe gittiği iki-üç saat haricinde yine hep evdeydi. Başlarda bu durum beni çok bunalttı ama zamanla alıştım. Zaten o dönem benim sosyal çevremi genişletip dışarıda en çok vakit geçirdiğim döneme denk geldi.

Bir diğer zorluk ortak mutfak kullanımımızla ilgili idi. İlk taşındığında bana deniz ürünlerini sever misin diye sormuştu. Ben de safça hee, dedim; balık, midye, kalamar vs gibi bir Türk insanı için konvansiyonel deniz ürünlerini kastederek. Sonraki günlerde anladım ki bir Çinli için "deniz ürünü" bizim anladığımızdan çok farklı, denizden çıkan antenli mantenli, her çeşit böcek kılıklı yaratık da bu kategoride yer alıyordu. İlk defa buzdolabında canlı yengeçle karşılaşmam biraz olay çıkardıysa da zamanla buna da alıştım (canlı yengeci niye buzdolabında sakladığını da anlamadım, canlı yahu, bozulmaz gibi gelmişti. birşeyler dedi ama anlamadım). Başlarda pişirdiklerinden bana da ikram ettiyse de kısa sürede yeme konusunda çok fazla ortak yönümüz olmadığını kabul ettik. Şimdi bu laf üzerine benim çin yemeklerini sevmediğim zannedilmesin, bilakis çok da severim ama bizim Çinli yemek pişirmekten anlamıyordu bence. Bir kere yemek pişirmeye başladığında koku dayanılmaz oluyordu. Ben onun da çaresini buldum. O ne zaman yemek pişirse ben de girip soğan kavurmaya başladım, oooh mis. Onunla yaşarken Çinlilerin süt ve süt ürünleri tüketmediklerini farkettim. Benim kalıp kalıp peynir ve yoğun yoğurt tüketimim de onu çok şaşırtıyordu. Bir gün ay çekirdeği yediğini görünce, amanın nihayet bir ortak nokta bulduk dedim. Amerikalı ve avrupalıların kuş yemi gözüyle baktıkları ve bir türlü beceremedikleri çitleme aktivitesinde en az bir Türk kadar maharetli idi. İlk kez çekirdeğine ortak olma teşebbüsümde ortaya çıktı ki onlar çekirdekleri tuzlu değil tatlı kavuruyorlarmış. Yaşadığım hayal kırıklığı büyüktü.

Gavur ellerde arkadaşlar aile olur, en azından bizim için öyle idi. Bu nedenle arkadaşlarla sık sık birbirimizin evinde takılırdık. Bu vesileyle Meiying benim arkadaşlarımla tanıştı. Örnek kümesinin sınırlı olmasından ötürü olsa, Meiying'in Türk erkekleri ile ilgili bir yorumu beni çok güldürmüştü.
Bir gün bana Türk erkeklerinin çok uzun boylu olmaları ile ilgili bir yorum yaptı. Ne diyorsun kadın dedim kendisine. En yakın iki erkek arkadaşım 188 ve 190 boylarında idi ve kadıncağızın bildiği diğer iki Türk erkeği de Hido ve Memo olunca o da kendince haklıydı tabii. Zamanla ortalama Türk erkeği boyunda (artık kaçsa bu) arkadaşlarımla tanışınca bu konuda genelleme yapma konusunda acele ettiğini o da farketti. Komikti.

Meiying'le bir buçuk sene kadar birlikte yaşadık. Benim Irvine'da ikinci senemi tamamlayıp patrona çalıştığım proje bitince memlekete dönmek istediğimi söylediğim günün gecesinde altı ay kadar önce gönderdiğim bir proje başvurusunun kabul edildiğini öğrendim. Sevinmek ve üzülmek, kalmak ve dönmek arasında gidip geldikten sonra üç yıl sürecek olan projeye başlama kararı verdim. O zamanki kararsızlığımı Meiying anlayamadı. O Çin'e dönmemek için her türlü imkanın peşinden koşarken benim böyle bir alternatifin üzerine atlamam yerine hüzünle kabullenmemi şaşkınlıkla karşıladı. Hal böyle olunca, post-doc'lıktan assistant researcher'lığa* terfi ettim ve o evlerde kalma hakkını yitirdim. Kaldığım yere bir-birbuçuk km uzaklıkta altmış metrekare kadar bir oda bir salon bir daireye çıktım tek başıma. O evde iki sene kaldım, güzel günlerdi. İlk taşındığımda Meiying bir uğradı evime, bir ev hediyesi ile. Daha sonra onunla ne görüştüm ne de haberleştim. Şu anda ne yapar ne eder en ufak bir fikrim yok.

Konu ev arkadaşları olunca tek başına yaşadığım o iki seneden anlatacak birşey yok haliyle. Yine de ev arkadaşları maceram burada sonlanmıyor. İki senenin sonunda çeşitli nedenler ve tebdil-i mekanda fayda olacağı prensibiyle bir kere daha hayatımı kutulara koydum ve yollara düştüm. Bu sefer Hint asıllı olup Kenya'da doğup büyümüş ve önceden arkadaşım olan Bindya ile birlikte yaşamaya başladık...

Artık onu da başka bir zaman anlatırım.

*assistant researcher yardımcı doçent gibi birşey ama projelerden destekleniyor ve ders verme yükümlülüğünüz yok.

Cumartesi, Mart 14, 2009

Ev Sesleri

Şehirden uzak bir yerlerde ya da yıllar öncesinde neler olurdu acaba bu kategori altında. Ahşap bir evde yaşıyor olsam herşeyden önce evin kendi bir iç sesi olurdu, adım atıldıkça artan bir çatırdama sesi. Hayat odasında yanmakta olan sobanın* içinden çıtırtılar gelirdi muhtemelen, arada bir çaaat diye yükselen bir patlama ile. Hele bir de rüzgar varsa uğultular ve evin etrafındaki ağaçlardan gelecek yaprak hışırtıları eklenirdi tahminimce bu tabloya.

Zamanı ileri sarıp bugüne geliyorum... Hoooop, geldim. Gözlerimi kapatıp şöyle bir dinliyorum evimin gece seslerini, bir uğultu var genel olarak ama bu rüzgarın sesi değil. Evde çalışan envai çeşit elektronik aletin homurdanmalarının bileşkesi. Yakınlık etkisi ile en baskını şu anda bu yazıyı yazmakta olduğum dizüstü bilgisayarımın, yani leepptaap'ın, fan sesi. Diğer bir anlık ses on dakika önce merkezi ısıtma sisteminin kalorifer boruları içinden gelen, uyurken farketmediğim ama uyanıksam her defasında beni yerimden hoplatan garip mekanik açılıp kapanma sesi **. Kalorifer için için başka sesler de çıkarıyor arada. Tam bu satırları yazarken komşu sifonu çekti. Benim bozuk sifon olsa (evet hala bozuk) çekilmesinin arkasından yarım saat kadar inceden inceye bir şırıltı ile doluşunu da duyardık. Rüzgar olduğu zaman ne sesler duyuyorum acaba, hani geçenlerde deliler gibi esmişti. Evet, hatırladım. Balkonda bir heves birşeyler yetiştireyim diye aldığım toprak ve saksıların durduğu torbalardı en büyük ses kaynağı. Yine de şüphesiz evimin en gevezesi mutfakta, derin dondurucu. Mütemadiyen konuşur kendince, ne der bilinmez. Buzdolabı onun kadar konuşmasa da karşılıklı sohbet ediyorlar arada.

Bunlar gecenin sesleri, gün içinde genelde hayatın diğer sesleri arasında kaybolup gidiyorlar. Televizyon, çamaşır - bulaşık makinesi, aspiratör derken şişecek yine kafa, ben farkına varmadan...


* Geçenlerde benim bıcırık yeğen anneme "anane, soba da ne yahu" demiş. Öğreten anane anlatmış boruları ıvırı zıvrı. İkibiniki model şehir bebesi ne bilsin, o da haklı.

** Yönetici diyor ki gece iki-ikibuçuk saat kadar kazanı tam kapatınca hem sıcaklık olarak çok fazla kayıp olmuyormuş hem de harcama bayağı farkediyorumuş, aklınızda bulunsun. Yan etkisi, evlerin içinde yankılanan şu daaaan sesi, her gece iki kere: kapa-aç. Bu yazının ilham kaynağı ise "aç".

Salı, Mart 10, 2009

Yeni Başlayanlar İçin Trafik

Güzel memleketimde trafik kuralları her gün yeniden yorumlanıyor. Bugün bir kırmızı ışığa yaklaşırken arkadaşımın lafı "bu kırmızı ışıkta durmuyoruz". Oldu canım. Sonra da açıkladı, kırmızı ışıklar durulanlar ve durulmayanlar diye ikiye ayrılıyormuş meğer. Arabadaki sinyaller de verilenler ve verilmeyenler olarak tanımlanıyormuş. Aklımızda bulunsun...

Pazartesi, Mart 09, 2009

Hey Yıllar...

Bu ara eski hatalarımı tekrarlamamak için kendimle bir mücadele içerisindeyim. Geçmişte mantığımla duygularımın çeliştiği noktalarda yaptığım hatalara bakıyorum, üzücü de olsa tutarlı bir şekilde benzer hataları yapmışım. İşin kötüsü bunun farkında olmama rağmen bugün bile aynı hataları yapmaya razıyım. Leman Sam'ın Hey Yıllar şarkısı geliyor aklıma. Cımbızlama olmasın, hepsini yazayım.

yine gece ve ben başbaşayım anılarla
beyaz bir kuş öyle canlı yine düşlerimde
hey yıllar yenilmedim size umutlarım yine aynı
sessizlik geceyi sarsa da her gün bir yarın var ya
hey yıllar yenilmedim size rüyalarım yine aynı
bir tutku yaşıyorum yine, aynı telaş içimde

bilmez kimse nasıl geldi geçti yalnızlıklar
kolay mıydı silip atmak sanki korkuları

**hey yıllar yenilmedim size benim için bahar aynı
aynı o ılık rüzgar yine esiyor ellerimde
hey yıllar yenilmedim size hatalarım bile aynı
hep aynı sevgiye hasretim, duygularım hep aynı

bilmez kimse nasıl zordu gülmek zaman zaman
uçup gitti hayat yavaş yavaş avuçlarımdan

**

Şarkıda benim özellikle takıldığım kısım hatalarla ilgili olan:

hey yıllar yenilmedim size hatalarım bile aynı

İşte burada bir çelişki yaşıyorum. Hataların aynı olması aslında bir yenilgi değil midir? Hatalardan ders almayacaksak tecrübenin kıymetini silip atıyor olmuyor muyuz? Yoksa herşeye rağmen aynı hataları yapabilmeyi göze almak mıdır zamana meydan okumak...

Pazar, Mart 01, 2009

Makasfobia

Hani kendimle daha çok ilgilenmeye karar verdim ya, üşenmeyip kuaföre gittim. Böylelikle yıllardır biriktirdiğim kuaför facialarına bir yenisi daha eklendi. O koltuğa oturup da kuaför elinde makası ile geldiğinde ciddi bir kilitlenme durumuna geçiyorum. hede hödö, kes, kesme... duuuur...

İletişim problemimin tepe yaptığı yerlerden biri sanırım o koltuk. Olay biraz da ne istediğini bilmemekten geliyor. Bu nedenle kaç arkadaş benimle kuaföre gelmekten vazgeçti, kabak başlarına patlıyor diyor. Bugün yalnızdım, o yüzden suçu tek başıma göğüslemem lazım. Zoraki bir gülümseme ile çıktım dükkandan, hemen taktım montun şapkasını kafama, eve yürüdüm. Dağıttım saçı. Bu sefer hasar minimal. Neyse ki dönüşü olmayan noktadan önce dur demeyi başarmışım.

Yaşamaya Üşenmekten Vazgeçmek

Hatırlarsınız daha önce yaşamaya üşenmek konusunda sıkıntılarımı dile getirmiştim. Bu ara bundan vazgeçmenin yollarını arıyorum. Araya giren birkaç sağlık problemi çabalarımı baltalasa da bu konuda uğraşmaya kararlıyım.

Silecek suyunu koydum mesela. Tamam, sonra yine bitti ve bir arkadaş bu sefer beni itekledi hadi doldur diye, hatta o doldurdu, ama olsun.

Daha önemlisi son iki haftada eski dostlarla daha çok haberleşir oldum. İtiraf ediyorum, görüşmeleri buluşmaları başlatanlar onlar oldu ama ben de genelde yaptığımın aksine uzlaşmacı davrandım.

Aylardır ertelediğim bir diğer konu yazmam gereken bir bilimsel makale ile ilgiliydi. Bir cesaret açtım dosyaları, hatta çalışmayı birlikte yaptığım eski doktora hocamı da arayıp birşeyler istedim. Bir hafta verdim kendime, göreceğiz.

Uzun zamandır anneme uğramamıştım, dün ona da uğradım. Bana yemek yapmış, onları aldım. Burada oh ne ala denip kendim için gittiğim düşünülebilir ama öyle değil. O yemekleri almaya gidişim sırf onu mutlu etmek içindir. Neyse, burada önemli olan ben gidince ne kadar mutlu olduğunu görüp iki haftada bir düzenli onu ziyaret etmeye karar vermiş olmamdır. İş güç yoğun deyip savsaklamak yok. Aynı durum yeğen ziyaretleri için de geçerli. Şu kendi kabuğuma çekilme huyumdan vazgeçmem lazım. Nelere ne vakitler harcıyorum, iki haftada 6-7 saati aileme ayırmaya üşenince iyice kızıyorum kendime.

Kendime iyi bakma-davranma konusuna gelince, o konuda tökezlemeler devam ediyor. Üzerime düşenleri yapmıyorum. Belki de aslında kilit noktası burada. Sanırım ısrarla öncelikle eğilmem gereken bu konuyu geçiştiriyor, diğer konularla kendimi oyalıyorum.

o zaman, soru: insan hangi noktada yanlış yaptığını bildiği birşeyi yanlış yapmaktan vazgeçer?